ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 51 (3)
Volume: 51  Issue: 3 - 2018
ORIGINAL ARTICLE
1.The association of the coexpression of c-myc, PTEN and t (14;18) detected by fluorescent in situ hybridization with high proliferation index in diffuse large B cell lymphoma
Merih Tepeoğlu, Pelin Börcek, Nalan Akyürek
doi: 10.5505/aot.2018.32559  Pages 264 - 270
GİRİŞ ve AMAÇ: Diffüz büyük B-hücreli lenfoma (DBBHL) ve Burkitt lenfoma (BL), klinik, morfolojik, immünfenotipik ve sitogenetik özellikleri açısından heterojen özellik gösteren matür agresif B hücreli lenfomalardır ve oldukça değişken klinik seyir gösterirler. Bu çalışmada DBBHL ve BL’da görülen immünhistokimyasal ve sitogenetik özellikler ve bunların prognoz ile ilişkileri araştırılmış ve DBBHL ile BL ayrımında kullanılabilecek özellikler tanımlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Ana bilim dalında 2000-2007 yılları arasında tanı alan 45 DBBHL ve 11 BL olmak üzere toplam 56 olgu dahil edildi. Olgulara immünhistokimyasal olarak bcl-2, bcl-6, CD10, MUM-1 ve Ki-67 antikorları uygulandı ve fluoresan in situ hibridizasyon yöntemi ile c-myc amplifikasyonu, PTEN delesyonu ve t(14;18) translokasyonu değerlendirildi.
BULGULAR: DBBHL olgularında bcl-2, bcl-6 ve CD 10 ekspresyonu sırasıyla %55.6, %35.6 ve %25.8 oranında olup, BL olgularının ise tümü bcl-2 negatif olup, bcl-6 ve CD 10 pozitif saptandı. Ki-67 proliferasyon indeksi ise DBBHL’da ortalama %63.2 iken, BL’da ortalama %97.2’dir (p=0.001). BL olgularında c-myc amplifikasyonu %80 oranında görülmüş olup, DBBHL’da %43.7 oranındadır (p<0.05). t (14;18) ve PTEN delesyonu, DBBHL’da sırasıyla %7.7 ve %26.7 iken, BL’da %20 ve % 9.1 oranında görülmüştür (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: DBBHL ile BL ayrımında immünhistokimyasal olarak CD10, Bcl-6, Bcl-2 ve Ki-67 panelinin uygulanması yararlı bir yöntemdir. Ki-67 proliferasyon indeksinin %95’in üzerinde olması da BL tanısı için oldukça faydalıdır. C-myc amplifikasyonu özellikle BL olgularında yüksek oranda saptanmakla birlikte, DBBHL olgularında da düşük oranda da olsa görülebilir. DBBHL ve BL ayırımında t(14,18) ve PTEN delesyonu açısından anlamlı fark saptanmamıştır.
INTRODUCTION: Diffuse large B cell lymphoma (DLBCL) and Burkitt lymphoma (BL) are mature agressive B cell lymphomas that have heterogeneous clinical, morphological, immunofenotypical and cytogenetic features, and have widely different clinical course. In this study, the immunohistochemical and cytogenetic features seen in DLBCL and BL and the association between the prognosis are studied. Also the characteristics that can be used to differentiate DLBCL and BL is defined.
METHODS: Totally 56 cases (45 DLBCL and 11 BL), which were diagnosed in Gazi University, Medical School, Department of Pathology between 2000 and 2007 were included to study. Bcl-2, bcl-6, CD10, MUM-1 and Ki-67 antibodies were performed immunohistochemically and c-myc amplification, PTEN deletion and t(14;18) translocation was evaluated by fluorescent in situ hybridization.
RESULTS: The expression of bcl-2, bcl-6 and CD 10 were 55.6%, 35.6% and 25.8% respectively in DLBCL cases. In the cases of BL, all the cases were bcl-2 negative, bcl-6 and CD 10 positive. While the proliferation index of Ki-67 were 63.2% in DLBCL, it was 97.2% in BL (p=0.001). The ratio of c-myc amplification was 80% in BL and 43.7% in DLBCL (p<0.05). The ratio of t(14;18) translocation and PTEN deletion was 7.7% and 26.7% in DLBCL, while it was 20% and 9.1% in BL (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The usage of immunohistochemical panel, including CD 10, bcl-6, bcl-2 and Ki-67 to differentiate between DLBCL and BL is absolutely beneficial. Also Ki-67 proliferation index higher than 95% is helpful for the diagnosis of BL. Altough c-myc amplification is highly detected in BL cases, it can be seen in DLBCL slightly. No statistically significant association was detected in t(14;18) and PTEN deletion between the distinction of DLBCL and BL.

2.Comparison Of The Efficacy Of Low Volumes Of Local Anesthetics Used In The Interscalene Brachialplexus Block With Tramadol Analgesia For Postoperative Analgesia In Shoulder Surgery
Güldeniz Argun, Göze Çayırlı Demir, Süheyla Ünver
doi: 10.5505/aot.2018.75537  Pages 271 - 275
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, omuz cerrahisi uygulanmış vakalarda ultrasonografi yardımıyla gerçekleştirilen interskalen brakial pleksus bloğunda, 2 farklı düşük volümde lokal anestezik kullanımının postoperatif analjezi üzerine etkilerinin, intravenöz tramadol analjezisiyle karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz Etik Kurul onayı (2013-4/52) alınarak, ASA I-III, 18-80 yaş arası omuz cerrahisi uygulanacak 69 hasta çalışmaya alındı ve rastgele 3 gruba ayrıldı: Grup I; 3ml % 0.5 bupivakain, 2 ml prilokain toplam 5 ml, Grup II: 3 ml % 0.5 bupivakain, 2 ml prilokain ile 5 ml salin toplam 10 ml., Grup III 2 mg/kg tramadol intravenöz aldı. İnterskalen sinir bloğu, genel anestezi altında ultrasonografi ve periferik sinir stimülatörü yardımıyla uygulandı. Blok başlama ve derlenme zamanları, grupların ağrı skorları, ilk analjezik gereksinim zamanları ve tüketilen total analjezik miktarları gruplar arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Sensoryal ve motor blok başlama zamanı, yüksek volüm kullanılan grupta (Grup II) daha kısaydı (sensoryal; 5.54/8.54 dakika, motor; 8.30/11.00 dakika). Sensoryal ve motor blok sonlanma süreleri, yüksek volüm kullanılan grupta anlamlı olarak uzundu. (Grup I/ Grup II: 399.50/288.00 ve 424.00/330.50 dakika). İlk analjezik gereksinim zamanı intravenöz analjezi grubunda diğer gruplara göre anlamlı olarak daha kısaydı. (Grup I; 6.86±0.40, Grup II; 7.06±0.52, Grup III;3.25±0.40 saat, p<0,05). Total analjezik tüketimi de Grup III’de anlamlı yüksekti. Tüm değerlendirme zamanlarında ağrı skoru ortalamaları, blok yapılan gruplarda, intravenöz tedavi grubuna göre anlamlı olarak düşüktü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük volümlü lokal anestezikle uygulanan interskalen sinir bloğu, yüksek volümle uygulanan blok ile benzer şekilde, intravenöz analjezi grubuna göre ağrı skorları, ek analjezik gereksinim zamanı ve total analjezik tüketimi bakımından üstün bulunmuştur. Düşük volümle ultrasonografi eşliğinde yapılan interskalen sinir bloğu ile yeterli blok başarısının elde edilebileceğini ve tüketilen analjezik miktarının azalabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the postoperative analgesic effects of 2 different low volumes of local anesthetics used in interscalene nerve block with intravenous tramadol analgesia in patients underwent shoulder surgery.
METHODS: After approval of Hospital Ethics Committee (2013-4/52), 69 patients who were ASA I-III, 18-80 years old and scheduled for shoulder surgery were included in the study and randomly divided into 3 groups: Group I received 3 ml 0.5% bupivacaine, 2 ml prilocaine, total is 5 ml, Group II: 3ml 0.5% bupivacaine, 2ml prilocaine and 5ml saline total is 10ml and Group III 2 mg/kg tramadol intravenously. The interscalene nerve block was applied under general anesthesia using USG and peripheral nerve stimulator. Onset of block and recovery times, pain scores of the groups, first analgesic requirement times and total amount of analgesic consumed were compared between the groups.
RESULTS: The time for sensory and motor block onset were shorter in the high-volume group (Group II) (Sensory; 5.54 / 8.54, motor; 8.30 / 11.00 min). Sensory and motor block termination times were significantly longer in Group II (GroupI / GroupII: 399.50/288.00, 424.00/330.50 minutes). The first analgesic requirement times were significantly shorter in the intravenous tramadol group (Group I; 6.86±0.40, Grup II; 7.06±0.52, GrupIII;3.25±0.40 hour, p<0,05). Total analgesic consumption was also significantly higher in Group III. The mean pain scores were significantly lower in the block groups than the intravenous treatment group at all assessment times.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Interscalene nerve block applied with low volume local anesthetics was found to be superior to intravenous analgesia group, similar to high volume, in terms of pain scores, additional analgesic requirement time, and total analgesic consumption. We think that adequate block success can be achieved in the interscalene nerve block performed with ultrasonography using low volume and the amount of analgesic consumption can be reduced.

3.Preoperative Evaluation of Lymph Node Metastases in Patients with Gastric Cancer: An Analysis of Imaging Methods
Yusuf Günay, Emrah Çağlar, Esin Korkmaz, Rabiye Uslu Erdemir, İlhan Taşdöven, Ramazan Kozan
doi: 10.5505/aot.2018.92905  Pages 276 - 282
GİRİŞ ve AMAÇ: Mide kanseri olan hastalarda ameliyat öncesi evrelendirme cerrahi tedavi için gereklidir. Ancak ameliyat öncesi lenf nodu (LN) değerlendirilmesinde tek başına yeterli olabilecek bir test bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı mide kanseri olan hastalarda, ameliyat öncesi LN tutulumunun değerlendirilmesinde pozitron emisyon tomografisi (PET/BT) ile bilgisayarlı tomografinin (BT) tanısal değerlerinin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Geriye dönük olarak gastrektomi ve D2 LN diseksiyonu ameliyatı olan seksen yedi hastanın değerlendirlmesidir. Görüntüleme yöntemleri ve patoloji raporları hasta dosyalarında toplandı.
BULGULAR: PET/BT ile BT arasında mide kanseri olan hastalarda LN tutulumun kestirim gücü arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p>0.05). PET/BT’nin LN nodunu öngerme duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif kestirim değeri (PKD) ve negatif kestirim değeri (NKD) ile doğruluk değeri %55.56, %54.55, %55.26, %75 ve %33.3 olarak hesaplanırken BT için % 57.69, %59.42, %70.27, and %46.88 olarak bulundu. Ancak, hem PET/BT ve BT birlikte kullanıldığında ameliyat öncesi mide kanseri olan hastalardaki LN metastazı belirlemede özgüllük PKD % 80 ve % 88.9 olarak bulundu. Sonuçlarımıza göre hastaya veya tümöre ait herhangi bir özelliğin PET/BT veya BT’nin LN metastazı öngörme gücü üzerinde etkisi görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PET/BT ve BT’nin birlikte kullanılması özgüllüğü ve PKD’ni arttırmaktadır. Bu artış, mide kanseri olan hastalarında ameliyat öncesi LN metastazı belirmede doğruluk değerini her iki testin ayrı ayrı kullanılmasında daha yüksektir.
INTRODUCTION: Preoperative evaluation is necessary for the surgical treatment of gastric cancer (GC). Nonetheless, there is no single best diagnostic modality to predict lymph node metastases prior to surgery. The aim of this study was to analyze of the diagnostic utility of positron emission tomography-computed tomography (PET-CT) and CT for the preoperative evaluation of lymph node (LN) metastases in GC.
METHODS: Eighty seven patients with a history of GC, who underwent gastrectomy and D2 LN dissection were investigated. Imaging test results and pathology reports were collected from the patients’ charts.
RESULTS: There was no statistical differences between PET/CT and CT scans in regard to predicting LN metastases in GC patients (p>0.05). The sensitivity, specificity, positive predictive value (PPV), negative predictive value (NPV), and accuracy of PET/CT scans in predicting LN metastases were 55.56%, 54.55%, 55.26%, 75%, and 33.3%, respectively, versus 60.47%, 57.69%, 59.42%, 70.27%, and 46.88% for CT scans, respectively. However, combined PET/CT and CT showed better outcomes and specificity with a PPV of 80% and 88.9%, respectively. No patients or tumor factors were found to increase the accuracy of LN metastasis prediction using either PET/CT or CT scans.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The combination of CT and PET/CT scans increases the specificity and PPV. This increases the prediction accuracy of LN metastasis in GC patients compared to the use of each type of imaging modality alone.

4.Biological Reconstruction in Malignant Bone Tumors
İsmail Burak Atalay, Mehmet Akif Şimşek, Özgür Irak, Mehmet Fatih Ekşioğlu, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2018.91885  Pages 283 - 293
GİRİŞ ve AMAÇ: Malign kemik tümörleri cerrahisi sonrası oluşan defektlerin giderilmesinde farklı rekonstrüksiyon yöntemleri kullanılabilir. Bu çalışmada primer malign kemik tümörleri cerrahisi sonrası kemik defektlerinin biyolojik rekonstrüksiyon yöntemi ile tedavisini ve fonksiyonel sonuçlarımızı değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2003-2017 yılları arası primer malign kemik tümörü nedeniyle biyolojik rekonstrüksiyon uygulanan 24 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 11’i Ewing sarkom, 8’i osteosarkom, 2‘si malign dev hücreli tümör, 2’si kondrosarkom ve 1’i fibrosarkom tanılı idi. 18 olguda otogreftleme,1 olguda adjuvan sıvı nitrojen sonrası otogreftleme ve 5 olguda distraksiyon osteogenezisi ile kemik transportu yöntemi kullanıldı.
BULGULAR: Hastaların 14’ü erkek,10’u kadın olup ortalama yaş 18.6(5-42), takip süresi 41.4 ay (10-78 ay) ve rezeksiyon sonrası ortalama kemik defekti 10.7cm idi (4-22). Ortalama MSTS skorları kemik transportuyla rekonstrükte edilenlerde 77.3 ve otogreft uygulananlarda 74.5 olarak bulundu. Ortalama DASH skoru 2.29(2.0-2.65), Knee Society ortalama diz skorları 72.4(60-89) ve fonksiyon skorları 76.2 (65-91)idi. Avasküler fibuler greft uygulanan hastalardan 3’ünde kaynamama (%17.6),1’inde greft fraktürü görüldü. Hiçbir hastada nörovasküler komplikasyon görülmedi.3 hastada pin dibi enfeksiyonu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ekstremite koruyucu cerrahi uygulanırken primer tümörün takip ve tedavisini etkileyecek rekonstrüksiyonlardan kaçınılmalıdır.Yaşlı,yüksek gradeli tümörü olan, tedavi kooperasyonu olmayan hastalarda modüler endoprotezlerle rekonstrüksiyon ilk tedavi seçeneğidir.Ancak kemik gelişimi tamamlanmamış,yaşam beklentisi uzun ve kooperasyonu tam hastalarda biyolojik rekonstrüksiyon;kaynamama,greft komplikasyonları ve uzun tedavi süreçleri gibi zorluklara rağmen canlı kemik dokusuyla rejenarasyon sağlaması bakımından ön plana çıkmaktadır.Yakın gelecekte kaynamayı ve greft hipertrofisini arttırıcı,komplikasyonları azaltıcı adjuvan faktörlerin kullanıma girmesi ile biyolojik rekonstrüksiyon yöntemlerinin kullanımının artacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: There may be several reconstruction methods in order to eliminate the defects developed after the surgery of malignant bone tumors. In this study, we aimed to evaluate our functional results in the treatment of bone defects by biological reconstruction method after primary malign bone tumor surgery.
METHODS: Between 2003-2017 years,24 patients with primary malignant bone tumors undergone biological reconstruction were included into study.11 of the patients had Ewing’s sarcoma,8 of them had osteosarcoma,2 of them had malignant giant cell tumor,2 of them had chondrosarcoma and 1 of them had fibrosarcoma. Autografting were applied in 18 cases, autografting after liquid nitrogen in 1 case and bone transport after distraction osteogenesis were applied in 5 cases.
RESULTS: 14 of the patients were male,10 of them were female. The mean age was 18.6(5-42), follow-up period was 41.4 months (10-78) and bony defect was 10.7 cm (4-22). Mean MSTS scores was 77.3 reconstructed with bone transport and 74.5 undergone autografting. DASH score was 2.29(2.0-2.65), knee Society scores were 72.4(60-89) and the functional scores were 76.2 (65-91). There were nonunion in 3 cases undergone avascular fibulare grafting (%17.6) and 1 graft fracture. No neurovascular complication in any of the patients.Pin-tract infection was observed in 3 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: One must avoid reconstructions that may affect the follow-up and treatment of the primary tumor when applying extremity-sparing surgery.Reconstruction with endoprosthesis must be the first-line option in the patients who are old,has high-grade tumor and has not treatment cooperation.On the other hand, for the patients with long survey with cooperation and ongoing bone development, biological reconstruction comes into prominence in terms of its regeneration providing nature with live bone tissue despite the shortcomings like nonunion, graft fracture and long treatment periods.In near future, we expect an increase in the use of biological reconstruction methods as some adjuvant factors that are facilitating union,graft hypertrophy and decreasing complications put into use.

5.Preoperative, intraoperative approachs in ovarian mature cystic teratomas: analysis of 96 cases
Funda Atalay
doi: 10.5505/aot.2018.30592  Pages 294 - 299
GİRİŞ ve AMAÇ: Matür kistik teratom olgularının tümör karakteristikleri, tümör belirteçleri, preoperatif, intraoperatif özellikleri ve cerrahi tedavileri açısından retrospektif olarak değerlendirilmesi
YÖNTEM ve GEREÇLER: SBÜ Dr.AY. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın hastalıkları kliniğinde opere edilen ve histopatolojik olarak ovaryan matür kistik teratom tanısı alan toplam 96 olgu retrospektif olarak analiz edildi.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 33,84±13,16, bilateralite oranı %9,4, torsiyon görülme oranı %10,4 idi, ortalama tümör boyutu 7,67±3,81cm (2-21 cm) idi. CA 125 olguların %10,6'sında, Ca 19-9 ise %27'sinde yüksek bulundu. Tümör belirteçlerinin yüksek olduğu olgularda torsiyon, bilateralite ve tümör boyutlarında anlamlı yükseklik gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tümör belirteçlerinin tümör özelliklerinden bilateralite, torsiyon ve tümör boyutu üzerine etkisi gözlenmedi.
INTRODUCTION: The aim of the study is to evaluate tumor characteristics, tumor markers, preoperative, intraoperative approach in ovarian mature cystic teratomas. retrospectively.
METHODS: A total 96 cases operated in Gynecology Deparment of SBU Dr.AY Ankara Oncology Education and Research Hospital and diagnosed as ovarian mature cystic teratomas were evaluated, retrospectively.
RESULTS: The mean age was 33,84±13,16, bilaterality range was %9,4, torsion rate was %10,4 and the mean tumor diameter was 7,67±3,81cm (2-21 cm). Ca125 levels were high above the cut-off value 10,6% of cases and Ca 19-9 levels were high above the cut-off value in 27%. There were no high rates of torsion, bilateralty and tumor size in cases with high levels of tumor markers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There were no correlation between high levels of tumor markers and torsion, bilaterality and tumor size.

6.Patient Positining with Laser Based Body Surface Guided System and Intra-Fraction Motion Detection
Bora Taş, İsmail Faruk Durmuş
doi: 10.5505/aot.2018.68552  Pages 300 - 305
GİRİŞ ve AMAÇ: Sunulan çalışmada, vücut yüzeyi tarama sistemi kullanılarak akciğer ve meme kanseri hastalarının pozisyonlanması gerçekleştirildi. CBCT çekim sonuçları 12 hasta için 200 fraksiyon süresince karşılaştırıldı ve tedavi esnasında intra-fraction hasta hareketleri incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 3.0 mm kesit aralıklı CT görüntüleri kullanılarak akciğer hastalarının radyoterapi tedavi planlaması VMAT, meme kanseri hastalarının ise IMRT yöntemi ile gerçekleştirildi. Referans görüntüler ile 200 fraksiyon süresince tedavi odasında hastaların pozisyonlanması C-RAD vücut yüzeyi tarama sistemi ile gerçekleştirilerek masa kaydırmaları yapıldı, ardından hastaların CBCT çekimleri gerçekleştirildi. Vücut yüzeyi takip sistemi ve CBCT sonucunda elde edilen korelasyon belirlendi. Tedavi esnasında hastaların vücut yüzeyi takip edilerek intra-fraction hareketleri her hasta için elde edildi.
BULGULAR: CBCT çekimi sonucunda elde edilen masa kaydırma değerleri 87 fraksiyonda 7 akciğer kanseri hastası için lateral yönde 0,22±0,08 cm, longitidunial yönde 0,28±0,08 cm ve vertikal yönde 0,30±0,10 cm olarak elde edildi. 5 Meme kanseri hastası için 113 fraksiyonda karşılaştırma sonucunda lateral yönde 0,22±0,06 cm, longitidunial yönde 0,25±0,03 cm ve vertikal yönde 0,21±0,08 cm olarak elde edildi. Tedavi süresince 7 akciğer kanseri hastasında meydana gelen intra-fraction hareketi 0-1dk. aralığında 0,7±0,4mm, 1-2dk. aralığında 1,5±0,5mm, 2-3dk. aralığında 2,4±0,7mm, 3-4dk. aralığında 3,1±0,6mm, 4-5dk. aralığında 3,7±0,9mm ve 5-6dk. aralığında 4,1±1,4mm olarak belirlendi.5 meme kanseri hastasında meydana gelen intra-fraction hareketi ise 0-1dk. aralığında 0,6±0,1mm, 1-2dk. aralığında 1,6±0,2 mm, 2-3dk. aralığında 2,6±0,5mm, 3-4dk. aralığında 3,2±0,4mm, 4-5dk. aralığında 3,8±0,7mm, 5-6dk. aralığında 4,2±0,4mm ve 6-7dk. aralığında 4,4±0,7mm olarak elde edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer ve meme kanseri hastalarının vücut yüzeyi tarama sistemi ile pozisyonlanması ve CBCT çekimi sonucu sonuçlarının 200 fraksiyon süresince karşılaştırılması ile ortalama 0,3cm’in altında farklılık elde edildi. Hastaların pozisyonlanması için iyonlaştırıcı radyasyonun kullanımının azaltılmasında vücut yüzeyi taraması sisteminin kullanımının akciğer ve meme kanseri radyoterapisinde uygun olduğu tespit edildi.
INTRODUCTION: In this study, we adjusted lung and breast cancer patient’s positioning by using body surface scanning system. We compared CBCT scan's results deviation for 12 patients during 200 fractions and we investigated intra-fraction motion of patients.
METHODS: Lung cancer patient's radiotherapy treatment planning were performed with VMAT, breast cancer's patients with IMRT method while using 3,0 mm thickness CT slices. Couch shifts were performed while using C-RAD body surface scanning system during 200 fractions in the treatment room, then patient's CBCT scans were performed. We obtained body surface guided scanning system and CBCT scan correlation. Intra-fraction motion was obtained during treatment for each patient while using body surface guided.
RESULTS: Couch shift parameters were obtained in lateral direction 0,22±0,07cm, longitudinal direction 0,28±0,08cm and vertical direction 0,30±0,10cm during 87 fractions for 7 lung cancer patients. Correlation results were obtained in lateral direction 0,22±0,06 cm, longitidunial direction 0,25±0,03 cm and vertical direction 0,21±0,08 cm during 113 fractions for 5 breast cancer patients. We determined intra-fraction motion 0,7±0,4mm in 0-1min. interval, 1,5±0,5mm in 1-2min. interval, 2,4±0,7mm in 2-3min. interval, 3,1±0,6mm in 3-4min. interval, 3,8±0,7mm in 4-5min. interval and 4,1±1,4mm in 5-6min. interval for 7 lung cancer patients.We obtained intra-fraction motion 0,6±0,1mm in 0-1min. interval, 1,6±0,2mm in 1-2min. interval, 2,6±0,5mm in 2-3min. interval, 3,2±0,4mm in 3-4min. interval, 3,8±0,7mm in 4-5min. interval, 4,2±0,4mm in 5-6min. and 4,4±0,7mm in 6-7min. interval for 7 lung cancer patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Correlation between body surface guided system posioning and CBCT positioning were obtained an average less than 0.3cm for lung and breast cancer patients during 200 fractions. Reducing the ionisation radiation for patient positioning with body surface guided system were obtained feasible for lung and breast cancer radiotherapy.

7.Analysis of histopathology results of ASCUS and LSIL cytology in HPV DNA positive cases
Ibrahim Yalcin, Hanifi Sahin, Mustafa Erkan Sarı, Mehmet Mutlu Meydanlı, Tayfun Güngör
doi: 10.5505/aot.2018.39206  Pages 306 - 310
GİRİŞ ve AMAÇ: HPV DNA kullanılarak yapılan ulusal servikal kanser tarama programı ışığında ASCUS ve LSIL sitoloji sonucuna sahip HPV DNA pozitif kadınların kolposkopi sonrası histopatoloji sonuçlarının incelenmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Jinekolojik Onkoloji Kliniğinde Temmuz 2016 ile Ocak 2018 arasında arasında gerçekleştirildi. Hastaların kayıtları retrospektif olarak tarandı. Çalışmaya servikal kanser tarama testinde ASCUS ve ya LSIL sitolojisine sahip olan ve HPV DNA pozitif olan 30 – 65 yaş arası 178 olgu dahil edildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 41 idi. 178 hastanın yüz on birinin sitolojisi ASCUS altmış yedisinin sitolojisi LSIL idi. ASCUS ve LSIL grupları arasında yaş, histopatoloji, HPV DNA tipi ve cerrahi sınır pozitifliği açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamaktaydı (sırasıyla p=0.49, p=0.25, p=0.15 ve p=0.17).
TARTIŞMA ve SONUÇ: HPV DNA pozitif ASCUS ve LSIL olguları arasında HSIL ve üzeri servikal patoloji bulunma oranı farklılık göstermemektedir.
INTRODUCTION: Aim: To analyze colposcopic histopathology results of HPV DNA positive women with ASCUS and LSIL cytology in the era of national HPV based cervical cancer screening program
METHODS: This study was conducted in Zekai Tahir Burak Women's Health Research and Training Hospital Gynecological Oncology Clinic between July 2016 and January 2018. The patient records were retrospectively reviewed. 178 patients aged between 30 and 65 years with ASCUS or LSIL cytology and HPV DNA positive were included in this study.
RESULTS: The mean age of the patients were 41 years. 178 hastanın yüz on birinin sitolojisi ASCUS altmış yedisinin sitolojisi LSIL idi. Out of 178 woman in total, primarily referring 111 were positive for ASCUS cytology, 67 were positive for LSIL cytology. There was no statistically significant difference in regard to age, histopathology, HPV DNA type and surgical cone margin positivity between two groups (p=0.49, p=0.25, p=0.15, ve p=0.17, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The incidence of HSIL and over cervical pathology is not different between HPV DNA positive ASCUS and LSIL cases.

8.The accuracy of Diffusion Weighted Magnetic Resonance Imaging in differentiation of malignant from benign gynecologic lesions
Mehtap Balaban, İlkay S İdilman, Ali İpek, Özlem Ünal, Ercan Kocakoç
doi: 10.5505/aot.2018.86548  Pages 311 - 316
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı jinekolojik lezyonlarda benign malign ayrımında Difüzyon Ağırlıklı MR incelemenin doğruluğunu araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya pelvik kitle ön tanısıyla alt batın MRG tetkiki istenen toplam 125 olgu dâhil edildi.MR görüntülemeri 1,5 Tesla görüntüleme sisteminde yapıldı. Bu hastalardan DAG ile sırasıyla b100, b600, b1000 gradient değerlerinde difüzyon ağırlıklı EPI görüntüler alındı. Pelvik kitle saptanan olgularda lezyonlardan ADC değerleri ölçüldü,125 jinekolojik lşezyonda ortalama kitle ADC değerleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Malign lezyon saptanan 35 olgunun lezyona ait ADC değerleri (b100, b600, b1000) (2.18x10–3; 1.47x10–3; 1.22x10–3), benign lezyon saptanan 90 olgunun lezyona ait ADC değerlerinden (b100, b600, b1000) (2.60x10–3; 2.05x10–3; 1.79x10–3 mm2/sn) düşük olup aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Ayrıca benign-malign ayrımını yapmamızı sağlayabilecek bir kestirim noktası araştırıldı ve 1.6x10–3 mm2/s nin b100 değeri için %40 duyarlılık ve %88 özgüllük ile; 1.4x10–3 mm2/s ADC değerinin b600 gradientinde % 57duyarlılık %77 özgüllük ile; ve 0.9x10–3 mm2/s değerinin b1000 gradientinde %57 duyarlılık ve %91 özgüllük gösterdiği görüldü. Bu analizler sonucu b1000 ADC değerinin jinekolojik lezyonların benign-malign ayrımında en yüksek doğruluğa sahip olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ADC değer ölçümleriyle birlikte difüzyon MRG bir fonksiyonel görüntüleme yöntemi olarak kitlelerin malign-benign ayırımında önemli katkılar sağlayabilmektedir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to investigate the accuracy of diffusion weighted magnetic resonance imaging (DWI) in differentiation of malignant from benign gynecologic lesions.
METHODS: A total of 125 patients who underwent pelvic MRI with an initial diagnosis of gynecologic mass included in the study. The MRI examinations were performed on a 1.5 Tesla MR imaging system. The DWI protocol included water excitation with three b values (100, 600 and 1000s/mm2) and apparent diffusion coefficient (ADC) maps were created. Mean ADC values were calculated in 125 gynecologic lesions.
RESULTS: We observed significantly lower ADC values in malignant lesions compared with benign ones in all b values (p= 0.047 for b100, p<0.001 for b600, p<0.001 for b1000). We also evaluated the cut-off points of ADC value for differentiation of malignant from benign lesions and observed 1.6x10–3 mm2/s for b100 with a sensitivity of 40% and a specificity of 88%; 1.4x10–3 mm2/s for b600 with a sensitivity of 57% and a specificity of 77%, and 0.9x10–3 mm2/s for b1000 with a sensitivity of 57% and a specificity of 91%. According to these analyses, ADC value at b1000 was found to have the highest accuracy for differentiation of malignant from benign gynecologic lesions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ADC measurements can be used for differentiation of malignant from benign gynecologic lesions.

9.A Retrospective Study of Acute Upper Gastrointestinal Bleeding Cases Admitting Emergency Service
Fatih Yıldız, Engin Senneraoğlu
doi: 10.5505/aot.2018.90532  Pages 317 - 323
GİRİŞ ve AMAÇ: Üst gastrointestinal sistem kanamaları halen %10’a yakın ölüm oranıyla önemli bir acil servis başvuru nedeni olmaya devam etmektedir. Bu çalışmamızda üst gastrointestinal sistem kanamasıyla acil servise başvuran hastaların epidemiyolojik özelliklerini, ölüm oranını, yatış sürelerini belirlemeyi; ölüm ve yatış süresi üzerine etkili olabilecek faktörleri araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2007 – Mart 2010 tarihleri arasında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Dahiliye Servisi’nde üst gastrointestinal sistem kanaması tanısı ile yatarak tedavi edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, hastaneye başvuru şikâyeti, yatış süresi, ek hastalıkları, ilaç kullanımı, endoskopi bulguları, hastaneye başvuru anındaki yaşamsal bulguları ve hemoglobin değeri, kan ürünü transfüzyon ihtiyacı, hastanede yatış süresi ve ölüm durumları retrospektif olarak incelendi. Ölü ve yaşayan hastalar bu parametreleri içerecek şekilde karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 185 hastanın ortalama yaşı 63.2 (21-96) olarak bulundu. Hastaların 134’ünün (%72.4) en az bir tane ek hastalığı varken; %37.3’ü (n: 69) steroid olmayan anti-inflamatuar ilaç, %34.1’i (n: 63) aspirin kullanmaktaydı. Endoskopik tanılarına bakıldığında en sık 69 (%37.3) hastada duodenal ülser ve 45 (%24.3) hastada mide ülseri saptanmıştı. Endoskopik olarak aktif kanaması saptanan 33 (%17.8) hastanın 25’ine (%13.5) endoskopik olarak müdahale edilmiş, 8 (%4.3) hasta ise yalnızca medikal tedavi ile izlenmişti. Kanama nedeniyle cerrahi yapılan hasta yoktu. Tüm hasta grubunda hastanede yatış süresi ortalama 5.5 (1-21) gün iken; bu süre özofagiyal varisi olanlarda 8 (6-10) gün, duodenal ülseri olanlarda 5.4 (1-8) gün ve mide ülseri olanlarda ise 5.5 (2-7) gün olarak bulundu (p: 0.56). Hastaların 14’ü (%7.5) ölmüştü. Yaşayan ve ölü olan hastalar karşılaştırıldığında; ölmüş olan hastaların ortalama yaşının daha yüksek olduğu (p: 0.02) ve daha yüksek oranda komorbiditesi olduğu (p: 0.01) görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut üst gastrointestinal sistem kanamaları halen önemli bir acil servis başvuru sebebi olmaya devam etmektedir. Özellikle ileri yaştaki ve ek hastalığı olan hastalarda, ölüm oranının arttığı görülmektedir.
INTRODUCTION: The mortality rate in upper gastrointestinal system bleeding is still close to 10% and remains an important cause of emergency service admission. In this study, we aimed to evaluate the epidemiologic features, duration of hospitalization, mortality rate and factors that might affect mortality and length of stay in patients with upper gastrointestinal system bleeding.
METHODS: Between December 2007 and March 2010, the patients who were hospitalized with the diagnosis of upper gastrointestinal system bleeding in Ankara Numune Training and Research Hospital were included in the study. The demographic characteristics of the patients, the cause of admission to the hospital, duration of hospitalization, comorbidities, drug use, endoscopy findings, vital signs and hemoglobin values, blood transfusion and mortality were retrospectively analyzed. Deceased and living patients were compared to include these parameters.
RESULTS: The mean age of 185 patients included in the study was 63.2 (21-96). The rate of patients with at least one comorbidity was 72.4% (n: 134) and 69 (37.3%) patients were using non-steroidal anti-inflammatory drugs and 34.1% (n: 63) aspirin. The cause of bleeding was found as duodenal ulcer in 69 patients (37.3%) and gastric ulcer in 45 (24.3%) patients. 33 (17.8%) patients had active bleeding and sclerotherapy or band ligation was performed in 25 (13.5%) of these patients. The mean duration of hospitalization was 5.5 (1-21) days for all cohort, 8 (6-10) days for esophageal varices, 5 days for bleeding, 5.4 (1-8) days for duodenal ulcer and 5.5 (2-7) days for gastric ulcer (p: 0.56). The mortality rate was 7.5% (n: 14). Patients who were dead had higher mean age (p: 0.02) and more comorbidities (p: 0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Acute upper gastrointestinal system bleeding continue to be an important cause of emergency department admission. It is seen that the mortality rate increases especially in patients with advanced age and comorbid diseases.

10.Short Term Efficacy of Laparoscopy Assisted vs Open Gastrectomy with D2 Lymph Node Dissection for Advanced Gastric Cancer
Bulent Aksel, Niyazi Karaman, Lutfi Dogan, Bahadir Ondes, Mehmet Ali Gulcelik
doi: 10.5505/aot.2018.48569  Pages 324 - 329
GİRİŞ ve AMAÇ: Erken evre dışındaki mide kanserinin en etkili küratif tedavisi radikal gastrektomi ile birlikte D2 diseksiyon uygulanmasıdır. Bu konuda bir diğer teknik alternatif ise laparoskopi yardımlı gastrektomidir. Her ne kadar minimal ivaziv işlem olarak laparoskopik cerrahinin avantajları iyi bilinse de, bu işlem radikal onkolojik prensiplere ulaşabilmesi ve sonuçların ortaya konması açısından değerlendirilmelidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Evre IIA ve üzeri mide kanserli hastalarda laparoskopi yardımlı (19 hasta) ve açık cerrahinin (23 hasta) erken sonuçları değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Laparoskopi yardımlı grupta, hem kanama hem de postoperatif dönmede analjezik ihtiyacı belirgin olarak daha az iken (sırasıyla, 166.9±66.5mL’ye karşılık 264.3±91.3 mL, 6.4±1.5’ye karşılık 9.04±1.7 kez), ameliyat süresi daha uzun olarak bulundu (183± 31.1 dakikaya karşılık 155± 29.5 dakika). Cerrahi sınırlar ve çıkarılan lenf nodu sayısı açısından fark yoktu. Açık cerrahi grubunda akciğer komplikasyonları daha sıktı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopi yardımlı radikal gastrektomi ile birlikte D2 diseksiyon erken evre dışı mide kanserlerinde de etkin ve güvenilir bir cerrahi uygulamadır. Erken postoperatif iyileşme döneminde bazı üstünlükleri olduğu düşünülmüştür.
INTRODUCTION: The most effective curative treatment for gastric cancer other than early stage is radical gastrectomy with D2 lymph node dissection. Laparoscopy assisted gastrectomy is one of the technique alternatives on this issue. Although the advantages of laparoscopic surgery as a minimal invasive procedure is well known, it should be evaluated for the reach of radical oncological principles and the results should be revealed.
METHODS: The early results of patients with clinical stage IIA and over gastric carcinoma that had been operated with laparoscopy assisted (19 patients) and open surgery (23 patients) were evaluated.
RESULTS: In laparoscopy assisted group, both the bleeding and the need for analgesics in postoperative period were significantly less (166.9±66.5ml vs 264.3±91.3ml, 6.4±1.5 vs 9.04±1.7, times respectively) but the time needed to complete surgery was longer (183± 31.1 min vs 155± 29.5 min). There was no difference in the numbers of lymph nodes removed and surgical resection margins. The pulmonary complications were more frequent in open surgery group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopy assisted radical gastrectomy with D2 lymph node dissection is an effective and safe surgical technique for gastric cancers other than early stage. It is thought to have some superiorities in early postoperative healing.

11.Stereotactic biopsy in intracerebral lesions: clinical-radiological characteristics, pathological correlation and surgical results in 87 cases
İlkay Işıkay, Şahin Hanalioğlu, Kamil Öge
doi: 10.5505/aot.2018.63825  Pages 330 - 339
GİRİŞ ve AMAÇ: Stereotaktik beyin biyopsisi yapılan 87 hastada klinik-radyolojik özellikler, patolojik korelasyon ve cerrahi sonuçların paylaşılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013 ile Haziran 2018 tarihleri arasında çeşitli intraserebral lezyonlara yönelik stereotaktik biyopsi yapılan 87 hastanın radyolojik görüntüleri, yatan hasta kayıtları, patoloji sonuçları geriye dönük olarak incelendi. Stereotaktik biyopsi işleminin tanı koyduruculuk oranı, histopatolojik sonuçların radyolojik ön tanılarla ve intraoperatif patoloji konsültasyonu bulguları ile uyumu incelendi; işleme bağlı komplikasyonlar değerlendirildi ve tanımlayıcı istatistiki veriler paylaşıldı. Komplikasyon ile ilişkili risk faktörleri çıkarımsal istatistiki araçlar kullanılarak gözden geçirildi.
BULGULAR: Stereotaktik beyin biyopsisi ile olguların %92’sinde bir tanıya ulaşılmıştır. Radyolojik görüntülemeye dayalı ön tanıların %71,3’ü, intraoperatif konsültasyonların da %63,3’ü nihai histopatolojik tanılar ile uyumluydu. En sıklıkla tanı konulan lezyon, santral sinir sistemi lenfomasıydı. İşleme bağlı mortalite oranı %0, toplam komplikasyon oranı ise %9,2 olarak bulundu. İşleme bağlı en sık karşılaşılan komplikasyon biyopsi lojunda kanamaydı. Komplikasyon ile ilişkili olabilecek risk faktörlerinden sadece derin yerleşimli lezyon biyopsisi marjinal olarak kanama ile ilişkili bulundu (p=0.066).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Stereotaktik beyin biyopsisi intrakranial patolojilerin tanısında güncelliğini koruyan yüksek tanı koyduruculuğa ve görece düşük mortalite ve morbidite oranlarında sahip önemli bir araçtır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to present clinical-radiological characteristics, pathological correlation and surgical results of 87 patients in whom stereotactic brain biopsy was performed.
METHODS: Radiological workup, patient charts and pathological diagnoses of 87 patients who had stereotactic brain biopsy for various intracerebral lesions between January 2013 and June 2018 were retrospectively reviewed. Diagnotic yield, concordance between histopathological diagnoses, radiological presumptive diagnoses and frozen section results were identified. Procedural complicaiton rates were determined and descriptive statistical data was presented. Risk factors that may be associated with the procedure were evaluated with inferential statistical tools.
RESULTS: Diagnostic yield of procedures was 92%. Overall 71.3% of presumptive radiologic diagnoses and 63.3% of intraoperative consultation results were in accordance with final histopathologic diagnosis. Most commonly encountered diagnosis was central nervous system lymphoma. Procedure related mortality rate was 0%, whereas procedure related complication rate was 9.2%. Most common complication was bleeding at biopsy site. Only the deep seated biopsy site was marginally significant risk factor for bleeding among other possible risk factors.(p=0.066).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Stereotactic brain biopsy is still a reliable tool with high diagnostic yield and relative low mortality and morbidity rates.

12.Does The Type Of Nephrectomy Affect Oncologic Outcomes İn Pathological Stage pTt1 Renal Cell Carcinoma With High Fuhrman Grade?
İsmail Selvi, Erdem Öztürk
doi: 10.5505/aot.2018.82787  Pages 340 - 347
GİRİŞ ve AMAÇ: Klinik evre I renal hücreli karsinom(RHK) olgularında, günümüzde öncelikli olarak önerilen cerrahi teknik parsiyel nefrektomidir (PN). Ancak tümöre ait olumsuz patolojik özellikler varlığında, daha kötü bir prognoz gözlenebilmektedir. Çalışmadaki amacımız, patolojik tanısı yüksek Fuhrman dereceli(derece 3-4) pT1 evre RHK gelen olgularda, cerrahi teknik olarak parsiyel veya radikal nefrektomi (RN) uygulanmış olmasının, postoperatif dönemde lokal nüks, uzak metastaz gelişimi ve kansere özgü sağkalıma etkisinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2009-Temmuz 2016 tarihleri arasında, PN veRN yapılan hastalar içerisinden, patolojik tanısı yüksek Fuhrman dereceli pT1 evre RHK gelen, verilerine tam olarak ulaşılabilen 66 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri, histolojik tümör tipi, tümörün Fuhrman derecesi, nefrektomi sonrası sağkalım, lokal nüks ve metastaz verileri kaydedilerek, hastalar RN (Grup I) ve PN(Grup II) uygulananlar şeklinde iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 57.67±10.23 olup,ortanca 57(6-102) aylık takip süresi boyunca 6(%9.1) hastada lokal nüks, 8(%12.1) hastada uzak metastaz, 8(%12.1) hastada kansere bağlı ölüm gerçekleşmiştir.PN grubunda daha yüksek lokal nüks oranı (%11.1, p=0.532),uzak metastaz oranı (%18.9, p=0.630) ve kansere özgü sağkalım süresi (94.16 ay, p=0.560) saptanırken; öngörülen nükssüz sağkalım süresi (89.46 ay, p=0.433) ve metastazsız sağkalım süresi (84.94 ay, p=0.617) daha düşük bulundu. Ancak gruplar arasında anlamlı bir fark izlenmedi. Çok değişkenli analizde, hipertansiyon lokal nüksü; Fuhrman derece 4, kadın cinsiyet, VKI>27 olması uzak metastazı; tahmini glomerüler filtrasyon hızı<90 olması ise kansere özgü sağkalımı etkileyen bağımsız prediktif faktörler olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek Fuhrman dereceli pT1 evre RHK olgularında cerrahi yöntem olarak PN veya RN uygulanmış olmasının, izlemde onkolojik sonuçları anlamlı olarak değiştirmediğini saptadık. Bu nedenle tümör boyutu ve lokalizasyonu uygun olan olgularda, nefron koruyucu teknik olan PN’yi kullanmak daha uygun gözükmektedir.
INTRODUCTION: In clinical stage I renal cell carcinoma (RCC), partial nephrectomy (PN) is actual recommended surgical technique. However, poor pathological tumor features have more negative prognosis. We aimed to evaluate the effects of performing partial or radical nephrectomy(RN) on local recurrence, distant metastasis and cancer-specific survival in stage pT1 RCC with high Fuhrman grade.
METHODS: Data of patients who underwent PN or RN due to pathological stage pT1 RCC with high Fuhrman grade, between January 2009 and July 2016 were retrospectively evaluated. 66 of them whose datas were fully accessible, were included to study. Demographic datas, histological tumor types, Fuhrman grading, local recurrence, distant metastasis and survival rates after nephrectomy were recorded. The patients were divided into two groups as RN (Group I) and PN (Group II).
RESULTS: Mean age of patients was 57.67±10.23. Among them, 6(9.1%) patients had local recurrence, 8(12.1%) had distant metastasis and 8(12.1%) had cancer related death. Group II had higher local recurrence rate (11.1%, p=0.532), distant metastasis rate (18.9%, p=0.630), cancer-specific survival (94.16 months, p=0.560); lower predicted recurrence-free survival (89.46 months, p=0.433) and metastasis-free survival (84.94 months, p=0.617). But there were no significantly difference. In multivariate analysis, hypertension for local recurrence; Fuhrman grade 4, female gender, BMI>27 for distant metastasis, and estimated glomerular filtration rate<90 for cancer-specific survival were independent predictive factors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that PN or RN did not significantly alter the oncologic outcomes in follow-up of patients with high Fuhrman grade, stage pT1 RCC. For this reason, it is more appropriate to use nephron sparing technique.

13.Are the erythrocyte distribution width, mean erythrocyte volume and neutrophil/lymphocye ratio predictive values in the evaluation the response of treatment in locally advanced non small cell lung cancer?
Tolga Köşeci, Ömer Kaya, Veysel Haksöyler, Ali Murat Sedef
doi: 10.5505/aot.2018.27879  Pages 348 - 352
GİRİŞ ve AMAÇ: Lokal ileri küçük hücre dışı akciğer karsinomu tanısı almış olan hastalarda tedavi sonrası tümör boyutu yanıtını değerlendirmede ortalama trombosit hacmi, eritrosit dağılım genişliği ve nötrofil/lenfosit oranının prediktif bir değer olup olamayacağını araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Lokal ileri (Evre III) küçük hücre dışı akciğer karsinomu tanısı olan ve kemoradyoterapi tedavisi almış 39 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların tedavi öncesi ve sonrasında bakılan, nötrofil, lenfosit, ortalama eritrosit hacmi, eritrosit dağılım genişliği verileri değerlendirildi. Ayrıca hastaların tedavi öncesi ve sonrası pozitron emisyon tomografi (PET-BT) raporlarında belirtilen primer tümör boyutları ve bu lezyonların suv-max değerleri kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 61 olup (dağılım 43-78) 38 hasta erkek, 1 hasta kadındı. Tedaviye parsiyel yanıt veren hasta sayısı 22, stabil yanıtı olan 17 idi. Yirmi bir hasta skuamöz hücreli karsinom (%53.8), 18 hasta (%46.2) ise adenokarsinom tanısı almıştı. Cut-off değerleri nötrofil/lenfosit oranı için 2,99, eritrosit dağılım genişliği için 14,65, ortalama trombosit hacmi için 9,5 olarak saptandı. Her üç parameter için bakılan cut-off değerler istatiksel olarak anlamlı değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lokal ileri küçük hücre dışı akciğer karsinomu nedeni ile kemoradyoterapi tedavisi alan hastalarda tedaviye tümör boyutu yanıtını değerlendirmede bakılan parametreler içerisinde prediktif bir değer elde edilemedi.
INTRODUCTION: We investigated whether the mean platelet volume, erythrocyte distribution width and neutrophil / lymphocyte ratio can be a predictive values for the evaluation of tumor size response after treatment in patients with local advanced non-small cell lung carcinoma.
METHODS: The data of 39 patients with local advanced (stage III) non-small cell lung carcinoma who had received chemoradiotherapy treatment were retrospectively reviewed., Neutrophil, lymphocyte, mean erythrocyte volume, erythrocyte distribution width datas which noted before and after treatment were evaluated. In addition, pre and post-treatment the primary tumor size and the suv-max values of these lesions were recorded which is noted in positron emission tomography (PET-CT) reports
RESULTS: The mean age of the patients was 61 (range 43-78), 38 patients were male and 1 were female. The number of patients with partial response to treatment was 22 and with stable response was 17. Twenty-one patients had squamous cell carcinoma (53.8%) and 18 (46.2%) had adenocarcinoma. Cut-off values were 2.99 for neutrophil / lymphocyte ratio, 14.65 for erythrocyte distribution width and 9.5 for mean platelet volume. The cut-off values for each of the three parameters were not statistically significant
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients who received chemoradiotherapy treatment for local advanced lung carcinoma, a predictive value could not be obtained within the parameters evaluated in response of treatment.

14.Hernia Repair Via Laparoscopic Transabdominal Preperitoneal (TAPP) Method: Our Clinical Outcomes in County State Hospital
Ahmet Erdoğan, Ahmet Türkan, Uğur Kılınç, Mehmet Kağan Katar
doi: 10.5505/aot.2018.63325  Pages 353 - 356
GİRİŞ ve AMAÇ: İnguinal herni onarımı, genel cerrahide en sık yapılan ameliyatlardan birisidir. Çok sayıda yöntem tanımlanmıştır. Laparoskopik fıtık onarımı 1990'lı yıllardan sonra yapılmaya başlanmış ve birçok merkez tarafından benimsenmiştir. Çalışmamızın amacı, ilçe devlet hastanesinde yaptığımız laparoskopik transabdominal preperitoneal fıtık onarımı sonuçlarımızı literatür eşliğinde değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2015- Ağustos 2017 tarihleri arasında laparoskopik transabdominal preperitoneal yöntem ile inguinal herni onarımı yapılan hastaların sonuçları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: 30’u erkek, 3’ü kadın olmak üzere 33 hasta çalışmaya dahil edildi. Yaş ortanca değeri 46( 19 ile 75 arası) idi. 18(%54,6) hastada sağ, 4(%12,1) hastada sol ve 11(%33,3) hastada bilateral herni olmak üzere toplam 44 onarım yapıldı. Hastanede kalış süresi ortalama 1,09( ±0,29) gün ve 1 ile 2 arasında idi. Ameliyat sonrası 2(%6,1) hastada psödonüks(seroma), 1(%3) hastada hematom, 2(%6,1) hastada orşit gözlendi. Hastaların takip süresi 6 ile 27 ay arası olup ortalama 13,76( ±5,84) idi. 33 hastanın takibinde 1(%3,1) hastada nüks tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik fıtık onarımının; küçük kesiler yapılması, daha erken iyileşme, daha az ağrı ve günlük aktiviteye erken dönüş sağlaması gibi avantajları olduğu bilinmektedir. Ancak öğrenme süreci açık yönteme göre daha uzundur. Uzmanlık eğitiminde veya daha sonraki süreçte laparoskopik yöntemin eğitimini alan kişilerde nüks oranında farklılık gözlenmediği bildirilmiştir. Sonuç olarak laparoskopik yöntem eğitimini almış kişiler tarafından ilçe hastanelerinde de bu yöntemin güvenle yapılabileceği kanatindeyiz.
INTRODUCTION: Inguinal hernia repair is one of the most commonly performed operations in general surgery. A great number of methods has been described. Laparoscopic hernia repair was initiated to be performed after 1990s and adopted by many centers. The objective of this study is to evaluate our outcomes in laparoscopic transabdominal preperitoneal hernia repair which we performed in the county state hospital in the light of the literature.
METHODS: Outcomes of patients for whom inguinal hernia repair was performed via laparoscopic transabdominal preperitoneal method between the dates of November 2015 and August 2017 were evaluated retrospectively.
RESULTS: 33 patients were included in the study, 30 being male and 3 being female. Median age value was 46 (ranging between 19 and 75). A total of 44 repairs were performed, being right-sided inguinal hernia in 18 (54.6%) patients, left-sided in 4 (12,1%) patients and bilateral in 11 (33.3%) patients. Mean duration of hospital stay was 1,09 (±0,29) days and ranging between 1 and 2. Postoperatively, 2(6.1%) patients were observed to develop pseudorecurrence (seroma), 1 (3%) patient to develop hematoma and 2 (6.1%)patients to develop orchitis. Mean follow-up duration of the patients was varying between 6 to 27 months, with a mean of 13,76( ±5,84). During follow-up of 33 patients, 1 (3,1%) patient was determined to develop recurrence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopic hernia repair has been known to have some advantages, including smaller incisions, more rapid recovery, less pain and earlier return to daily activities. However, process of learning takes longer compared to the open method. It was reported that no difference occurred in recurrence rates in individuals who received a training on the laparoscopic method during specialization training or during further educational processes. In conclusion, we considered that this method can also be safely performed in county hospitals by individuals who received training on the laparoscopic method.

15.The Effect of Adjuvant Chemotherapy on Sexual Satisfaction and Quality of Life in Breast Cancer Patients and Their Partners Izmir Oncology Group (IZOG) Study
Utku Oflazoğlu, Umut Varol, Ahmet Alacacıoğlu, Nuri Aşık, Tarık Salman, Halil Taşkaynatan, Yüksel Küçükzeybek, Yaşar Yıldız, Mustafa Oktay Tarhan
doi: 10.5505/aot.2018.29494  Pages 357 - 362
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri tedavisi gören kadınların ameliyat ve kemoterapi ile sıklıkla cinsel işlev bozuklukları yaşadığını gösteren kanıtlar artmaktadır. Çalışmamızın bir parçası olarak, yaşam kalitesini (YK) ve cinsel doyum düzeylerini ve ayrıca kemoterapinin Türk meme kanseri hastalarının ve partnerlerinin cinsel doyum üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz iki meme kanseri hastasından ve partnerlerinden elde edilen verileri topladık. Üç form kullandık: biri hastaların sosyodemografik özellikleri, EORTC-QoL-C30 ve Cinsel Tatmini Golombok-Rust Envanteri (GRISS) hakkında bilgi içeriyor
BULGULAR: Meme kanseri hastalarının GRISS'e göre tedavi öncesi ve tedavi sonrası cinsel memnuniyetlerinin karşılaştırıldığında, sıklık, kaçınma, dokunma ve anorgazmi için istatistiksel olarak anlamlı alt ölçekler osaptanmıştır (sırasıyla p <0.0001, <0.0001, 0.007 ve 0.001). Buna karşılık, sadece sıklık parametreleri partnerlerinde belirgin olarak yüksekti (p: 0.001). Ayrıca, duygusal işlevsellik, sosyal işlevsellik ve bilişsel işlevsellik açısından hastalarımızda istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulduk (sırasıyla p = 0.023, 0.022 ve 0.035).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kemoterapinin genel yaşam kalitesi puanlarını düşürmeden cinsel doyum oranlarını düşürdüğünü bulduk. Hastaların yaşam kalitesini değerlendirirken, cinsel doyumlarının kötüleşebileceği ihtimaline dikkat edilmelidir. Tüm onkoloji uzmanları, uygun tavsiyeleri yapmanın yanı sıra hastalarıyla açık diyaloğu teşvik etmeleri için çok önemlidir; kemoterapinin zararlı etkilerini en aza indirgemek ve yaşam kalitesini iyileştirmek için antikanser tedavisi öncesi, sırasında ve sonrasında izlenmelidirler.
INTRODUCTION: There is growing evidence suggesting that women treated for breast cancer with surgery and chemotherapy commonly experience disturbances in sexual functioning. As part of the present study, we aimed to investigate quality of life (QoL) and sexual satisfaction levels, as well as the effects of chemotherapy upon the sexual satisfaction of Turkish breast cancer patients and their partners.
METHODS: We collected data were from thirty-two breast cancer patients and their partners. We used three forms: one is covering information about socio-demographic characteristics of the patients, EORTC-QoL-C30 and the Golombok-Rust Inventory of Sexual Satisfaction (GRISS).
RESULTS: A comparison of the pre-treatment and post-treatment sexual satisfaction of breast cancer patients with respect to GRISS showed statistically significant subscores of frequency, avoidance, touch and anorgasmia (p: <0.0001, <0.0001, 0.007 and 0.001 respectively). In contrast, only the frequency parameter was significantly high in their partners (p: 0.001). Also, we found statistically significant differences in our patients in terms of emotional functioning, social functioning, and cognitive functioning (p: 0.023, 0.022 and 0.035, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that chemotherapy reduced sexual satisfaction rates without lowering overall quality of life scores. While assessing patients’ quality of life, one should pay sufficient attention to the possibility that their sexual satisfaction may get worse. It is of crucial importance for all the oncology professionals to encourage open dialogue with their patients in addition to making appropriate referrals; and they should be monitored before, during, and after anticancer treatment to minimize the deleterious effects of chemotherapy and improve their quality of life.

16.Cyberknife Radiotherapy for Pituitary Adenomas: Monitoring Response Using Magnetic Resonance Imaging
Ali Fırat Sarp, Mustafa Fazıl Gelal, Ali Ölmezoğlu, Melda Apaydın, Mehmet Coşkun, Engin Uğur Yardımcı
doi: 10.5505/aot.2018.35467  Pages 363 - 369
GİRİŞ ve AMAÇ: Cyberknife tedavisi almış hipofiz adenomlu olgularda tedaviye yanıtın MR ile değerlendirilmesi
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 2010 ile 2014 yılları arasında, hipofiz adenomu tanısıyla Cyberknife tedavisi almış hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Cyberknife tedavisinden en az 6 ay sonra takip MR’ı bulunan olgular çalışmaya dahil edildi. 38 hastanın (erkek/kadın=1) tedavi öncesi ve sonrası MR görüntüleri, tedaviye yanıtın değerlendirilmesi amacıyla retrospektif olarak incelendi. Tümör hacimlerindeki değişiklikler, lokal kontrol oranı, hacim değişikliğinin izlem süresi ile ilişkisi ve olası çevre beyin parankim değişiklikleri araştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil 38 hastanın ortalama takip süresi 25 ay (dağılım, 6-51 ay) idi. Tedavi öncesi ve sonrası ortalama tümör hacimleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir azalma vardı (sırasıyla 4722 mm3 ve 3475 mm3). Otuzsekiz hastanın 2 tanesinde radyolojik progresyon, 18 tanesinde stabil hastalık, 18 tanesinde ise regresyon saptandı. Tümör lokal kontrol oranı %94.7 olarak hesaplandı. Ayrıca, stabil ve regresyon grupları arasında yapılan analizde izlem süresinin uzamasının daha anlamlı hacim düşüşüne neden olduğu görüldü. Hasta cinsiyeti, ek tıbbi tedavi, hasta yaşı, önceki ameliyatların sayısı gibi durumların tedavi sonucunu etkilemediği saptandı. Hiçbir vakada çevre dokularda patolojik sinyal ortaya çıkmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cyberknife hipofiz adenomlu olgularda etkili bir tedavi yöntemidir. Bu sonuçlar Cyberknife radyoterapisinin çevre dokularda radyopatolojik değişiklik oluşturmaksızın oldukça tatmin edici lokal tümör kontrol oranları sağladığını desteklemektedir.
INTRODUCTION: Our aim is to determine treatment response to Cyberknife based on follow-up MRI in patients with pituitary adenoma.
METHODS: We retrospectively identified the patients with pituitary adenoma treated with Cyberknife between 2010 – 2014. Patients with postreatment eligible follow-up MRI scan after at least 6 months of Cyberknife treatment were included in this study. Pre- and posttreatment MRI scans of 38 patients (male/female=1) were retrospectively analysed to evaluate tumor response. Volumetric changes of the tumors, local control rate, volumetric changes over time and signal alterations on the surrounding brain parenchyma were assessed.
RESULTS: The mean follow-up time of 38 patients was 25 months (range, 6-51 months). Significant mean tumor volume reduction was found between pre- and posttreatment mean tumor volumes, which were 4722 mm3 and 3475 mm3, respectively. There were 2 cases with radiological progression, 18 cases with stable disease and 18 cases with regression. Thus, tumor local control rate was calculated as 94.7% in our study. There was also a significant follow-up time difference between stable and radiological regression groups which indicates that increased follow-up time may be related with better volume decrease. Patient gender, additional medical treatment, age, the number of previous surgeries did not affect treatment response. Lastly, there was no case with signal alteration on the surrounding brain parenchyma.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cyberknife is a known and effective treatment method in patients with pituitary adenoma. Our results also support that Cyberknife provides excellent local tumor control without any radiological obvious side effects on surrounding tissues.

17.Evaluating Sexual Satisfaction and Quality of Life in Patients with Gynecological Cancer
Yaşar Yıldız, Ahmet Alacacıoğlu, Umut Varol, Yüksel Küçükzeybek, Nuri Aşık, Tarık Salman, Halil Taşkaynatan, Utku Oflazoglu, Murat Akyol, Mustafa Oktay Tarhan
doi: 10.5505/aot.2018.04834  Pages 370 - 376
GİRİŞ ve AMAÇ: Jinekolojik kanser tedavileri, hastaların psikoseksüel durumlarını ve yaşam kalitelerini etkileyebilir. Bu çalışmamızın amacı jinekolojik kanserli (JK) hastalarda cinsel doyum durumlarını değerlendirmektir. Ayrıca cinsel doyum durumları ile birlikte psikolojik durumları (anksiyete ve depresyon) ve yaşam kaliteleri değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kemoterapi alan ve izlemdeki JK'li hastalarının verileri, yüz yüze anketler yapılarak bilgiler toplanmıştır. Görüşmeler sırasında dört form kullanılmıştır. İlk form sosyo-demografik özelliklerden oluşmaktadır. Diğer formlar, Golombok-Rust Cinsel Doyum Anketini (GRISS), European Organization for Research on Treatment of Cancer Questionnaires-C30 Yaşam Kalitesi Anketini (EORTC-QoL-C30), Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI), Beck Depresyon Envanteri (BDI) idi.
BULGULAR: Bu çalışmaya, JK'li 62 hasta dahil edildi. Toplam GRISS skoru 37.54±11.71 olup, 33 hastada (%53) GRISS cut-off skoru > 35'e göre cinsel tatminsizlik görülmüştür. Toplam GRISS skoru düşük olan hastalar (<35), total GRISS skoru (≥35) olan hastalarla karşılaştırıldığında depresyon skorları (p=0.010) ve STAI-II skorları (p=0.044) anlamlı olarak yüksekti ve EORTC-QLQ-C30 yaşam kalitesi alt ölçekleri (fiziksel işlevler (p=0.004), bilişsel işlevler (p=0.021), duygusal işlevler (p=0.019) ve global yaşam kalitesi (p=0.022) anlamlı olarak daha düşüktü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cinsel olarak doyumsuz olan hastalar kötü yaşam kalitesine sahiptirler ve genellikle endişeli ve depresiftirler. Jinekolojik hastaların onkolojik tedavilerinin yanı sıra, cinsel rehabilitasyon ve psikolojik duygu durumlarının rutin değerlendirmelerde entegrasyonunun sağlanması gerekmektedir.
INTRODUCTION: Treatments in gynecologic cancer can affect a patient's psychosexual status and quality of life. The aim of this study was to evaluate the sexual satisfaction levels in patients with gynecological cancer (GC). We also evaluated the relationship between sexual status of these patients with the psychological status (anxiety and depression) and quality of life.
METHODS: The data for GC patients treated with chemotherapy or in surveillance were collected by using four forms completed during face-to-face interviews. The first form consists of socio-demographic features. Other forms were Golombok-Rust Inventory of Sexual Satisfaction (GRISS), European Organization for Research on Treatment of Cancer Questionnaires Quality of Life-C30 (EORTC-QLQ-C30), State-Trait Anxiety Inventory (STAI), Beck Depression Inventory (BDI) scoring system.
RESULTS: In this study, 62 patients with GC were included. The mean total GRISS score was 37.54±11.71 and sexual dissatisfaction was seen in 33 patients (53%) according to GRISS cut-off score>35. Depression scores (p=0.010) and STAI-II scores (p=0.044) were significantly higher, and EORTC-QLQ-C30 function subcales (physical functioning (p= 0.004), cognitive functioning (p=0.021), emotional functioning (p=0.019)) and the global quality-of-life (p=0.022) were significantly lower in patients with high total GRISS scores (≥35) when compared with the patients with low total GRISS scores (<35).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with sexual dissatisfaction have poor quality of life, and they are generally anxious and depressive. Besides the oncological treatments of the GC patients, it is necessary to make integration of sexuality rehabilitation and physiological status into their routine assessment.

18.Real-Life Evidence From Gallbladder Cancer: A Single Center Experience
Fatih Yıldız, Emrah Eraslan, Ferit Aslan, Hüseyin Kanmaz, Gülnihal Tufan, Umut Demirci, Berna Öksüzoğlu
doi: 10.5505/aot.2018.40412  Pages 377 - 381
GİRİŞ ve AMAÇ: Safra kesesi kanserleri nadir fakat ölümcül kanserlerdendir. Literatürde genellikle safra yolu kanserleri ile birlikte sınıflandırılmıştır. Bu yazıda safra kesesi kanserli hastaların klinik özelliklerini, adjuvan ve metastatik tedavi rejimleri ile sağ kalımlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011-Ekim 2017 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dr. A. Y. Ankara Onkoloji Hastanesi Tıbbi Onkoloji Kliniği'ne safra kesesi tanısı ile başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri,cerrahi türleri, adjuvan ve metastatik tedavi rejimleri, tedavi yanıt durumları, genel sağkalım (OS) oranı ve hastalıksız sağ kalımları (DFS) değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 58 hastanın 34'ü (%58.6) lokalize veya lokal ileri evredeydi. Metastatik olmayan hastaların 13'ü (% 38.2) herhangi bir adjuvan tedavi almamıştı. Kemoradyoterapi en çok tercih edilen adjuvan tedavi seçeneğiydi (rezeke edilen hastaların% 35.2'si). Adjuvan tedavi alan hastalarda median DFS ve OS, sırasıyla 24.8 (% 95 CI: 1.5-48.1) ve 28 (% 95 Cl: 20.6-35.4) ay iken adjuvan tedavi almayan hastalarda median DFS ve OS'ye ulaşılamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Rezeke edilen safra kesesi kanserlerinde adjuvan tedavinin etkinliğini göstermek ve en uygun tedavi modalitesinin seçimi için prospektif, randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Gallbladder cancer (GBC) is an uncommon and highly fatal carcinoma. It is usually classified with biliary tract cancers in the literature. In this report we have planned to evaluate the clinical characteristics, adjuvant and metastatic treatment options and the survival of GBC patients.
METHODS: A retrospective analysis of GBC patients treated in University of Health Sciences, Dr. A. Y. Ankara Oncology Hospital, Department of Medical Oncology between January 2011 and October 2017 was performed. The files of 58 patients with GBC were screened retrospectively. Treatment regimens, response rates, overall survival (OS) rate and disease-free survival (DFS) of the patients were evaluated.
RESULTS: A total of 58 patients of whom 34 (58.6%) were presented as non-metastatic stage. Thirteen (38.2%) of non-metastatic patients did not receive any adjuvant treatment. Chemoradiotherapy was the most preferred adjuvant treatment option (35.2% of resected patients). Median DFS and OS were 24.8 (95% CI: 1.5- 48.1) and 28 (%95 Cl: 20.6-35.4) months respectively in patients who received adjuvant treatment however both were not reached in patients who did not receive any adjuvant treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In resected GBC, it is needed to prospective, randomized controlled trials for adjuvan treatment efficacy and choice of treatment modalities.

19.Evaluation of Electron Density and Hounsfield Unit Values for 4DCT, NormalCT and BreathHoldCT in Lung SBRT Plan
İsmail Faruk Durmuş, Bora Taş
doi: 10.5505/aot.2018.45712  Pages 382 - 389
GİRİŞ ve AMAÇ: Radyoterapide tedavinin başarısı hedefe uygulanan dozun doğruluğu ile doğrudan ilişkilidir. Hedef volümün ve etrafındaki sağlıklı doku ve organların dozunu doğru hesaplamak kritik öneme sahiptir. Hesaplama algoritmalarının dozimetrik hesaplamalardaki en önemli etkeni, etkileşime girilen maddenin fiziksel özellikleridir. Solunum kaynaklı hareket ile tümör ve sağlıklı akciğer dokusu etkilenmektedir ve bu nedenle tomografi görüntülerinde tümörün ve akciğerin şekli, pozisyonu, yoğunluğu değişebilmektedir. Bu solunum kaynaklı değişimler, tümör hacminin büyüklüğünü, tedavi bölgesinin Hounsfield Unit ve elektron yoğunluğu değerlerini değiştirebilmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda 13 akciğer SBRT hastası için NormalCT, BreathHoldCT ve AverageCT (4DCT) taramaları yapıldı. Her bir teknikle taraması yapılan 13 hasta için; Gross tümör hacimleri (GTV) incelendi. Doz hesaplamasında önemli olan elektron yoğunluğu ve Hounsfield Unit değerleri üç tarama için karşılaştırıldı.
BULGULAR: BreathHoldCT’ye göre NormalCT de %19.3, AverageCT de %31.3 GTV daha büyük bulundu. NormalCT ve AverageCT ile GTV de yoğunluk azalırken, etrafında sağlıklı akciğer dokusunda yoğunluk artmaktadır. NormalCT ve AverageCT’de elektron yoğunluğu ve Hounsfield Unit değerleri sağlıklı akciğer dokusu için benzer bulunurken, GTV için NormalCT de daha yüksek değerler bulundu. GTV de elektron yoğunluğu ve Hounsfield Unit değerleri bakımından su eşdeğeri ortama benzer sonuçlar BreathHoldCT ile bulundu. AverageCT de ise en büyük farklar bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Solunum hareketinden kaynaklı distorsiyon ve artifaklar BreathHoldCT ile minimize edilmektedir. BreathHoldCT ile daha solid ve sınırları daha belirgin görüntüler elde edilmektedir. BreathHoldCT ile elektron yoğunluğu ve Hounsfield Unit değerleri solunum kaynaklı hareketten bağımsız olarak daha doğru hesaplanabilmektedir. BreathHoldCT’ye göre NormalCT ve AverageCT de akciğer yoğunluğu artmakta ve bu durum sağlıklı akciğerdeki doz dağılımını etkilemektedir.
INTRODUCTION: The success of radiotherapy treatment is related with accuracy of dose delivery directly. The exact dose calculation of target volume and healthy organs surround are critically important. The most important effect of calculation algorithms on dosimetric calculations is the physical properties of the material being interacted. Tumor and healthy lung tissue are affected by respiratory motion. therefore, the shape, position, density of the tumor and lung could change in tomography images. The serespiratory variations could change the size of tumor volume, the Hounsfield Unit and electron density of the treatment region.
METHODS: In our study, normalCT, BreathHoldCT and AverageCT (4DCT) scans were performed for 13 lung SBRT patients. The tumor volumes (GTV) were investigated for 13 patients patients who were scanned with each technique. The electron density and Hounsfield Unit values which are important for dose calculation were compared for three scanning techniques.
RESULTS: We determined Tumor volume (GTV) 19.3% larger at NormalCT and 31.3% larger at AverageCT than BreathHoldCT. Density of GTV decreased in NormalCT and AverageCT, while healty lung tissiues’s density were increasing. Electron density and Hounsfield Unit values at NormalCT and AverageCT were similar with healthy lung tissue. We obtained higher values For GTV, in NormalCT. In terms of electron density and Hounsfield Unit values at GTV were equivalent the water results with BreathHoldCT. The biggest difference was found in AverageCT.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Distortion and artifacts were caused by respiratory movement which were minimized by BreathHoldCT. More solid and clear boundary images could obtain with BreathHoldCT. Electron density and Hounsfield Unit values could be calculated more accurately, independent of respiratory motion With BreathHoldCT. Lung density is increasing in NormalCT and AverageCT, which affects the dose distribution in healthy lung.

20.Effect of N-Acetyl Cysteine on acute kidney injury in patients with colistin used in intensive care; retrospective study
Arif Timuroğlu, Selda Muslu, Saadet Menteş, Süheyla Ünver
doi: 10.5505/aot.2018.65002  Pages 390 - 398
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut böbrek hasarı (ABH) intravenöz kolistin kullanan kritik hastalarda sıklıkla görülebilen bir durumdur. Oluşan nefrotoksisite doz bağımlıdır ve genellikle geri dönüşümlüdür, kalıcı böbrek hasarı nadiren görülür. N-Asetil Sistein (NAC) kullanımının böbrek hasarından koruyucu etkisi uzun yıllardır araştırılan bir konu olmuştur. Biz bu çalışmada yoğun bakım ünitemizde intravenöz kolistin kullanmış olan hastalarımızda beraberinde mukolitik amaçlı NAC kullananlarda akut böbrek hasarını incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Onkoloji Hastanesi Anestezi Yoğun Bakım Ünitesi’nde Haziran-Aralık 2017 tarihleri arasında antimikrobiyal tedavi olarak intravenöz yoldan beş gün ve üzeri kolistin kullanan 18 yaş üzeri otuz beş hasta çalışmaya alındı. Hastalar mukolitik dozda NAC kullanıp kullanmamalarına göre retrospektif olarak incelendi ve iki gruba ayrıldı. NAC kullanan yirmi üç hasta kullanmayan on iki hasta tespit edildi. Mukolitik dozda kullanılan NAC’ın akut böbrek hasarı ile ilişkisi incelendi. Elde edilen veriler SPSS 24.0 programında frekans, çapraz tablolar ve Mann Whitney-U analizleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: Kolistin kullanan hastaların yirmi altısında KDIGO kriterlerine göre ABH gelişti (%74,3). NAC kullanan ve kullanmayan grup arasında ABH oluşma oranı, mortalite oranı, mekanik ventilatör gün sayısı, yoğun bakım yatış süresi arasında fark bulunamadı. Yatış sırasındaki eGFR düzeyi ile kolistin kullanımı sonrası ABH gelişimi arasında ilişki bulunamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu retrospektif çalışmada mukolitik amaçlı NAC kullanımının kolistin nefropatisini engellemede başarısız olduğu bulundu. Hayvan çalışmalarında ve in vitro çalışmalarda yüksek doz NAC’ın kolistinin böbrek hasarı etkisinden koruyuculuğu gösterilmiş olmasına rağmen, yoğun bakımda yatmakta olan hastalarda mukolitik dozda kullanılan NAC’ın kolistine bağlı oluşan ABH’dan koruyucu etkisi görülmedi.
INTRODUCTION: Acute kidney injury (AKI) is a common condition in critically ill patients using intravenous colistin. Nephrotoxicity is dose-dependent and usually reversible. The protective effect of the use of N-Acetyl Cysteine (NAC) on kidney injury has been the subject of research for many years. In this study, we aimed to investigate the AKI in our patients who have used intravenous colistin in our intensive care unit with N-Acetyl Cysteine for mucolytic use.
METHODS: In the Intensive Care Unit of Ankara Oncology Hospital between June-December 2017, thirty-five patients over 18 years of age who were using colistin via intravenous route for five days and above as antimicrobial therapy were included in the study. Patients were retrospectively examined and divided into two groups according to whether they were using NAC in the mucolytic dose. Twelve patients who did not use NAC and twenty-three patients who used NAC were detected. The relationship of NAC with AKI was investigated. The data were analysed by frequency, cross-tables and Mann Whitney-U analysis in SPSS 24.0 program.
RESULTS: In twenty-six of the patients who were using colistin, AKI developed according to the criteria of KDIGO (74.3%). There was no significant difference between AKI rate, mortality rate, number of days of mechanical ventilation and ICU length of stay among the NAC group and non-NAC group. There was no relationship between eGFR level during hospitalization and development of AKI after use of colistin.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was found that mucolytic use of NAC was unsuccessful in inhibiting the nephropathy of the colistin. Although high doses of NAC have been shown to be protective against kidney damage in animal studies and in vitro studies, no protective effect of NAC due to colistin was observed in patients who were in intensive care.

21.Evaluation of complications according to the modified Clavien system adapted for percutaneous nephrolithotomy
Osman Murat İpek
doi: 10.5505/aot.2018.21347  Pages 399 - 408
GİRİŞ ve AMAÇ: 1980’lerden günümüze kullanılan ekipmanların teknolojisindeki gelişmelerle perkütan nefrolitotomiyle (PNL) taşsızlık oranlarında artış, operasyon süresinde kısalma, hastanede kalış süresinde azalma ile daha güvenilir ve etkin hale gelmiştir. Ancak peroperatif ve postoperatif komplikasyon oranları zaman içerisinde azalmış ancak kaybolmamıştır. PNL, minimal invaziv bir yöntem olarak açık taş cerrahisinin yerini almıştır. Bu çalışmamızda olgularda gelişen komplikasyonlar modifiye Clavien sistemine göre ve PNL için uyarlanmış modifiye Clavien sistemine göre inceleyip farklılıkları saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Kasım 2004 ile Ocak 2013 tarihleri arasında kliniğimizde PNL operasyonu uygulanmış 928 hastadaki 980 renal üniteye uygulanan 1011 PNL operasyonu dahil edildi. Her ünite için preoperatif, operatif, postoperatif veriler retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalarda gelişen komplikasyonlar modifiye Clavien sistemine göre ve PNL için uyarlanmış modifiye Clavien sistemine göre sınıflandırıldı.
BULGULAR: Tüm vakalarda komplikasyon oranı %18.29 olarak bulundu. Clavien derecelendirilmesine göre derece 1’de 23 komplikasyon (%2.27), derece 2’de 143 komplikasyon (%14.14), derece 3A’da 11 komplikasyon (%1.08), derece 3B’de 6 komplikasyon (%0.59), derece 4A’da 4 komplikasyon (%0.39), derece 4B’de 15 komplikasyon (%1.48) görülürken, derece 5’e uygun komplikasyon görülmemiştir. PNL için modifiye Clavien derecelendirilmesine göre derece 1’de 23 komplikasyon (%2.27), derece 2’de 144 komplikasyon (%14.24), derece 3A’da 22 komplikasyon (%2.17), derece 3B’de 9 komplikasyon (%0.89), derece 4A’da 4 komplikasyon (% 0.39) görülürken, derece 4B ve 5’e uygun komplikasyon görülmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PNL’ye uyarlanmış modifiye Clavien sistemine göre sınıflandırmalarda düşük dereceli komplikasyonlarda fark saptanmazken; yüksek dereceli komplikasyonlarda düşüş gözlenmiştir. Bu nedenle PNL’ye uyarlanmış modifiye Clavien sistemine göre sınıflandırmanın daha objektif olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Percutaneous nephrolithotomy (PNL) in technology today with the development of the equipment used from 1980, the stone-free rate increase, reduction in operation time, with a reduction in length of hospital stay has become more reliable and efficient. However, the perioperative and postoperative complication rates decreased over time but did not disappear. PNL has substituted of open stone surgery as a minimally invasive method. In this study, we aimed to determine the differences in the complications developed according to the modified Clavien system and the modified Clavien system adapted for PNL.
METHODS: The study included 1011 PNL operations performed in 980 renal units in 928 patients who underwent PNL operation between November 2004 and January 2013 in our clinic. Preoperative, operative and postoperative data were evaluated retrospectively for each unit. Complications developed in patients were classified according to the modified Clavien system and the modified Clavien system adapted for PNL.
RESULTS: The complication rate was %18.29 in all cases. According to Clavien's classified, there were 23 (%2.27) complications in grade 1, 143 (%14.14) complications in grade 2, 11 (%1.08) complications in grade 3A, 6 (%0.59) complications in grade 3B, 4 (%0.39) complications in grade 4A, 15 (%1.48) complications in grade 4B were seen, but no complication according to grade 5 was observed. According to the modified Clavien classified for PNL, 23 (%2.27) complications in grade 1, 144 (%14.24) complications in grade 2, 22 (%2.17) complications in grade 3A, 9 (%0.89) complications in grade 3B, There were 4 (%0.39) complications in grade 4A, but no complications according to grade 4B and 5.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Classification according to modified Clavien system adapted to PNL did not show any difference in low-grade complications; there was a decline in high-grade complications. Therefore, we think that classifying according to modified Clavien system adapted to PNL is more objective.

22.Factors affecting the development of recurrence in stage I low grade - endometrial stromal sarcoma; multicentre retrospective study
Varol Gülseren, Mustafa Kocaer, Anıl Turhan Çakır, Müge Harma, Mehmet İbrahim Harma, İsa Aykut Özdemir, Muzaffer Sancı, Kemal Güngördük
doi: 10.5505/aot.2018.94840  Pages 409 - 415
GİRİŞ ve AMAÇ: Nadir görülen ve iyi prognoza sahip olan evre I düşük grade-endometrial stromal sarkom (LG-ESS) hastalarının incelenmesi ve nüks oluşumuna etki eden prognostik faktörlerin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tepecik eğitim ve araştırma hastanesi ve Zonguldak Bülent Ecevit üniversitesi tıp fakültesinde, evre I LG-ESS tanısı alan ve takiplere gelen 24 hasta retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya 1998-2016 yılları arasında, ameliyat ve takiplerini bu iki merkezde olan hastalar dahil edildi. Çalışmaya alınmama kriterleri; endometrial stromal nodül veya farklılaşmamış stromal sarkom histolojik tipler, evre II,III ve IV ESS, eşlik eden başka malignitelerin olması ve takiplere gelmeyen hastalar.
BULGULAR: Yaş, adjuvan radyoterapi (RT), myometrial invazyon (MI), tümör boyutu ve mitoz sayısının lojistik regresyon analizine göre evre I LG-ESS hastalarında takipte nüks oluşma riski üzerine etkileri incelendi ve on büyük büyütme alanında ≥5 mitoz olması nüks riskini saptamada anlamlı ilişkili olduğu görüldü. Prognostik faktörlerin Hastalıksız (DFS) ve toplam sağkalım (OS) sonuçları üzerine etkileri araştırıldı ancak istatistiksel olarak anlamlı etki eden faktör olmadığı saptandı. Evre I, LG-ESS hastalarının, 5 yıllık OS %100, 10 yıllık OS %86.2 ve 5 yıllık DFS %91.7 ve 10 yıllık DFS %85.1 olarak hesaplandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: LG-ESS hastaları mükemmel prognoza sahiptir ve adjuvan RT tedavisi prognoz üzerine etki etmemektedir. Sağkalım süreleri uzun olan bu hastalarda adjuvan RT işlemi nüks tedavisine saklanmalıdır.
INTRODUCTION: To investigate patients with stage I, low-grade endometrial stromal sarcoma (LG-ESS) which is rare and has good prognosis and to evaluate prognostic factors affecting recurrence.
METHODS: Twenty-four patients with stage I LG-ESS diagnosis and followed-up in Tepecik Education and Research hospital and medical faculty of Zonguldak Bülent Ecevit University were investigated as retrospective. Patients who had undergone surgery and had follow-up at these two centers between 1998 and 2016 were included in the study. Exclusion criteria were endometrial stromal nodule or undifferentiated stromal sarcoma histologic types, stage II, III and IV ESS, accompanying malignancies and non-follow-up patients.
RESULTS: The effects of age, adjuvant radiotherapy (RT), myometrial invasion (MI), tumor size and number of mitotic figures on the recurrence risk of patients with stage I LG-ESS in follow-up were analyzed according to logistic regression analysis and it was found that there was a significant correlation between the risk of recurrence and presence of ≥5 mitosis in 10 microscopic high power fields. The effects of prognostic factors on disease free (DFS) and overall survival (OS) outcomes were investigated, but there was no statistically significant factor. 5-year OS and 10-year OS for Stage I, LG-ESS patients were calculated as 100% and 86.2%, respectively; 5-year DFS and 10-year DFS for those patients were 91.7% and 85.1%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: LG-ESS patients have excellent prognosis and adjuvant RT therapy has no effect on prognosis. These patients have long survival time, adjuvant RT treatment should be considered in recurrence treatment.

23.Early Wound Complications And Influencing Factors For The Breast Cancer Patients After Oncoplastic Surgery
Gamze Kızıltan, Cihangir Özaslan, Niyazi Karaman, Lütfi Doğan
doi: 10.5505/aot.2018.85520  Pages 416 - 423
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada meme kanseri tanısı almış ve onkoplastik cerrahi teknikleri ile tedavi edilmiş hastalarda gelişen erken dönem yara komplikasyonları ve bu komplikasyonlara etki eden faktörler araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Superior ve inferior pedikül onkoplastik cerrahi tekniklerinden biri uygulanarak opere edilmiş 77 hastaya ait veriler retrospektif olarak incelendi. Hastalara ait veriler ile yara komplikasyonlarının gelişip gelişmediği kayıt altına alındı.
BULGULAR: Yapılan istatistiksel değerlendirmeler sonucunda ileri yaş, hipertansiyon ve doku ağırlığının yara komplikasyon riskini arttırdığı tespit edilmiştir. Çıkarılan doku ağırlığı ve hipertansiyon bağımsız risk faktörü olarak saptanmıştır. Meme kanseri nedeni ile ameliyat edilen hastalardan oluşan serimizde minör komplikasyonlar %23.4 oranında görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki minor komplikasyon oranı literatürde belirtilmiş komplikasyon oranları ile uyumludur. Hasta yaşı, yara iyileşmesini etkileyen komorbid hastalıklar ve çıkarılan doku hacmi arttıkça komplikasyon oranlarının arttığı bilinmektedir. İleri yaş ve komorbid hastalıkların varlığı komplikasyonları arttıran bir faktör olmakla birlikte ameliyat için kontrendikasyon teşkil etmez.Çalışmamız sonucunda elde ettiğimiz veriler de onkoplastik meme cerrahisinin, meme kanseri olan hastalarda klasik meme koruyucu cerrahi tekniklerinden daha geniş eksizyon imkanı sağladığı ve komplikasyon oranlarını arttırmadan güvenle kullanılabileceğini göstermektedir.
INTRODUCTION: In this study, early wound complications and factors affecting these complications were investigated in patients diagnosed with breast cancer and treated with oncoplastic surgery techniques.
METHODS: The data of 77 patients who underwent surgery with superior or inferior pedicle oncoplastic breast surgery techniques were retrospectively analyzed. The patients' data and the information about wound complications were recorded.
RESULTS: As a result of statistical evaluations, it was determined that age, hypertension and removed tissue weight increased the risk of wound complications. The removed tissue weight and hypertension were found to be independent risk factors. In our series, our minor complication rate is 23.4%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Minor complication rate of our series is similar with the literature. It is known that the complication rates increases with patient age, comorbid diseases and the amount of removed tissue volume. Age and the presence of comorbid diseases are some of the factors that increase complications, but not a contraindication for the surgery. The data obtained from our study showed that; since oncoplastic breast surgery provides wider excision than classical breast-conserving surgical techniques, it can be used safely without increasing complication rates in the patients.

24.Our Preference for Central Venous Intervention in Patients with Haematologic Malignancies Following Intensive Care Unit
Süheyla Ünver, Arif Timuroğlu, Saadet Menteş, Sinem Gevenkiriş, Tuğba Aşkın
doi: 10.5505/aot.2018.28247  Pages 424 - 428
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanser hastalarında damar yolu erişimi hayati önem taşıyan bir konudur. Özellikle santral venöz basınç monitorizasyonu, intravenöz kemoterapi, çoklu antimikrobiyal tedavi, laboratuvar inceleme için kan örneği alma, uzun süreli beslenme, kan ve kan ürünü transfüzyonu gibi işlemlere kolaylık sağlaması sebebiyle sıklıkla ihtiyaç duyulur. Ancak bu grup hastalarda santral venöz kateterizasyon girişimi ciddi komplikasyon riski içerir. Kateter ilişkili enfeksiyonlar ve kanama problemleri bu grup hastalarda önemli bir sorun oluşturmaktadır. Santral venöz kateter uygulama bölgesine karar vermek ve yönetmek hematolojik malignensili hastalar için önem arz etmektedir. Biz de bu çalışmada son bir yıl içinde anestezi yoğun bakım ünitesinde takip ettiğimiz hematolojik malignensili hastalardaki santral venöz kateter girişimlerimizi uygulama bölgesi tercihimiz ve ortaya çıkan komplikasyon oranları açısından retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bir yıl içerisinde yoğun bakımda santral ven kateteri yerleştirilmiş hematolojik malignensi olan 40 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar girişim yeri, kanama, kateter enfeksiyonu ve kateterin kalış günü açısından incelendi. Veriler bir kişisel bilgisayarda SPSS 24.0 versiyon ile frekans, çapraz tablolar, mann whitney-u analizleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: Takılan kateterlerin 16 tanesinin internal juguler ven/subklaviyen ven (%40), 24 tanesinin ise femoral ven (%60) olarak tercih edildiği tespit edildi. Takılan kateterlerin üç tanesindeki üreme kateter ilişkili enfeksiyon olarak kabul edildi, bu kateterlerin yerleşim yeri femoral dışı girişimdi. Femoral dışı girişim yapılan bir hastada kanama komplikasyonu görüldü. Femoral kateterlerin ortalama kalış süresi 5,8 gün internal juguler ven/subklaviyen venden yerleştirilen kateterlerin ortalama kalış süresi 9,3 gün olarak tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hematolojik maligniteli ve yoğun bakım endikasyonu olmuş hastalarda, gerekli asepsi kurallarına uyulduğunda femoral kateterizasyonun enfeksiyon açısından da güvenle tercih edilebileceğini, hemostaz açısından uygun koşullar oluştuğunda subklaviyen veya internal juguler vene geçilmesini tavsiye ediyoruz.
INTRODUCTION: Intravenous access in cancer patients is a matter of vital importance. In particular, central venous pressure monitoring, intravenous chemotherapy, multiple antimicrobial treatment, laboratory review of blood sample, long-term nutrition, blood and blood product transfusion as a convenience for such operations are often needed. However, in this group of patients, the central venous catheterization attempt involves a serious complication risk. Catheter-related infections and bleeding problems are a major problem in this group of patients. The decision and management of the central venous catheter is important for patients with haematological malignancies. In this study, we aimed to investigate the use of Central venous catheter interventions in hematologic malignancies patients who have followed anaesthesia intensive care unit in the last year and retrospectively in terms of the complication rate of our choice in the region.
METHODS: In one year, 40 patients with haematological malignancies with a central venous catheter were retrospectively evaluated. The patients were examined in terms of location, bleeding, catheter infection and the day of the catheterization. The data were analysed with SPSS 24.0 version on a personal computer.
RESULTS: 16 of the implanted catheters were preferred as internal jugular vein/subclavian vein (40%) and 24 as femoral vein (60%). Three of the implanted catheters were associated with catheter infection, the placement of these catheters was a non-femoral attempt. A patient with a non-femoral procedure had bleeding complication. The mean duration of the femoral catheters was 5.8 days and the mean duration of the catheters placed from the internal jugular vein/subclavian vein was 9.3 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with hematologic malignancy and intensive care indications, we recommend that femoral catheterization be safely chosen in terms of infection if the required asepsis rules are followed, and subclavian or internal juguler vene should be recommended when appropriate conditions are established for haemostasis.

25.Analyze of Physical Activity and Quality of Life on Breast Cancer Patients with Bone Metastases
Ahmet Yıldırım, Mehmet Ali Eryılmaz
doi: 10.5505/aot.2018.00922  Pages 429 - 436
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri, halen kadınlarda dünyada en sık görülen kanser tipi olup; yine gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kadınlarda kansere bağlı ölüm nedenleri içerisinde ilk sırada yer almaktadır. Cerrahi ve cerrahi dışı tedaviler yanında, kanserli hastalarda yaşam kalitesinin arttırılması oldukça önemlidir. Çalışmamızda kemik metastazı olan meme kanserli hastalarda fiziksel aktivite düzeyi ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kemik metastazı olan ve olmayan meme kanseri ile takip edilen 100 hastada Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi ve kısa form-36 yaşam kalitesi ölçeği yardımı ile kemik metastazı olan ve olmayan hastaların fiziksel aktivite düzeylerinin ve yaşam kalitelerinin belirlenmesini amaçlayan kesitsel bir çalışmadır.
BULGULAR: Kemik metastazı olmayan hastaların kemik metastazı olan hastalara göre fiziksel olarak daha aktif olduğu istatistiksel olarak saptanmıştır Kısa Form-36'nın alt ölçeklerine göre karşılaştırılmasında kemik metastazı olmayan hastaların fiziksel fonksiyon, fiziksel rol güçlüğü, ağrı, genel sağlık, vitalite (enerji), sosyal fonksiyon, emosyonel güçlük, mental sağlık puan ortalamalarının kemik metastazı olan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu saptanmıştır (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kanser tedavisi almalarına rağmen kemik metastazı olmayan grupta, kemik metastazı olanlara göre fiziksel aktivite ve yaşam kalitesi oranının her kategoride anlamlı olarak yüksek olduğu görülmüş ve patolojik kırıkları olmasa da kemik metastazı sonrası hastaların fiziksel aktivite düzeylerinin ve yaşam kalitesinin düştüğü anlaşılmıştır.
INTRODUCTION: Breast cancer is still the most common type of neoplasm in the world. It is also the first reaon of cancer-related death on women in developed and developing countries. In addition to surgical and non-surgical treatment, it is important to improve the quality of life in cancer patients. The aim of this study is to evaluate the physical activity level and quality of life on breast cancer patients with bone metastasis.
METHODS: A cross-sectional studywas done that aimed determining the physical activity levels and quality of life of patients with and without bone metastasis. International Physical Activity Questionnaire (short) and short form-36 quality of life questionnaire were used for 100 breast cancer patients.
RESULTS: It was found that patients without bone metastasis were physically more active than patients with bone metastases. In comparison of subscales of Short Form-36; physical functioning, role functioning, pain, general health, vitality (energy), social function, The mean scores of emotional health and mental health scores were found to be significantly higher in the without bone metastases group (p <0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it has been shown that though th cancer treatment, the ratio of physical activity and quality of life was significantly higher in the group without bone metastasis compared to those with bone metastasis and it was found that the physical activity levels and quality of life of the patients after bone metastasis were found to be decreased.

26.Which Operations Of Musculoskeletal Tumors Should Be Accompanied By A Vascular Surgeon?
Ahmet Yıldırım, Recep Öztürk, Şefik Murat Arıkan, Ahmet Fevzi Kekeç, İlknur Bahar Günaydın
doi: 10.5505/aot.2018.10337  Pages 437 - 440
GİRİŞ ve AMAÇ: Kas iskelet sistemi benign ve malign tümörleri, önemli nörovasküler yapılarla ilişkili olabilmektedir ve uygulanan bazı cerrahi prosedürlere damar cerrahı da eşlik etmektedir. Bu çalışmada, nörovasküler yapılarla ilişkili olabilen tümörlerin demografik incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2014 yılları arası, ortopedi ve travmatoloji kliniğinde, kas iskelet sistemi tümörü nedenli ile ameliyat edilen ve ameliyata damar cerrahın eşlik ettiği 56 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, benign/malign olması, kemik-yumuşak doku yerleşimi, histopatolojik tanı ve tümör lokalizasyonu açısından incelendi.
BULGULAR: Ortalama yaşı 36±xx std (2-76 yaş arası) olan 30 erkek ve 28 kadın hastanın 15 sında benign, 43 sinde malign tümör mevcuttu. En sık görülen tümör malign mezenkimal tümör idi ve 14 vakada görüldü. En sık görülen benign tümör, 6 vakada görülen osteokondromdu. En sık tutulan lokalizasyon, 13 vakanın görüldüğü uyluk idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nörovasküler yapılara yakınlık gösteren ve damar cerrahının operasyona eşlik ettiği tümörler, geniş bir yaş aralığında görülebilmektedir. Sıklıkla malign tümörlerdir. En sık uyluk ve diz lokalizasyona yerleşirler.
INTRODUCTION: Benign and malignant tumors of the musculoskeletal system may be related to important neurovascular structures. Therefore some surgical procedures are applied with cardiovascular surgery. In this study, demographic examination of the tumors which may be related to neurovascular structures is aimed.
METHODS: Between 2010 and 2014, 56 patients who were operated with cardiovascular surgeon due to musculoskeletal tumors in orthopedics and traumatology clinic were included in the study. Patients were examined for age, sex, benign / malignant features, bone-soft tissue location, histopathological diagnosis and tumor localization.
RESULTS: Among 30 male and 28 female patients with a mean age of 36 ± 17 std (2-76 years), 15 patients had benign and 43 patients had malignant tumors. The most common tumor was a malignant mesenchymal tumor and it was seen in 14 cases. The most common benign tumor was osteochondroma and it was found in 6 cases. The most common localization was the femur and it was seen in 13 cases in total.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tumors that are closely related to the neurovascular structure and therefore are operated with cardiovascular surgeon can be seen in a wide range of age. These are often malignant tumors. The most common localitazions are thigh and knee.

CASE REPORT
27.Management of Nora’s Lesion: Case Series
Recep Öztürk, Şefik Murat Arıkan, Galip Beltir, Emin Kürşat Bulut, Ahmet Fevzi Kekeç, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2018.37167  Pages 441 - 445
GİRİŞ ve AMAÇ: Nora’nın lezyonu olarak da bilinen bizarre parosteal osteokondromatöz proliferasyon, kemikten egzofitik büyüme ile kendini gösteren, benign bir lezyondur. Bu çalışmada, 2010-2018 yılları arasında tedavi edilen Nora lezyonuna sahip dört hastanın değerlendirilmesi ve kısa bir literatür taraması yapılarak güncel bilgilerin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ortalama yaşları 32+24 std (26-37 yaş arası) olan iki erkek ve iki kadın toplam 4 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tanıya kadar geçen süre ve semptomları, klinik bulguları, kitle boyutu, MRI bulguları, cerrahi tedavileri, tedavi sonuçları ve komplikasyonlar incelendi.
BULGULAR: Tüm hastalara marginal eksizyon yapıldı. En sık kitle lokalizasyonu ön kolun uzun kemikleri idi. Bir vakada post-operatif 24. ayda rekürrens görüldü, nüks rezeksiyonu yapıldı. Diğer üç hastada takiplerinde nüks ya da komplikasyon görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizarre parosteal osteokondromatöz proliferasyon, vücudun birçok farklı lokalizasyonunda yerleşebilen, benign karaktere sahip ancak sık rekürrens ile karşımıza çıkabilen, nadir bir kemik lezyonudur. İyi bir preoperatif planlama ile yapılan dikkatli bir marginal eksizyon, nüksün önlenmesinde en önemli anahtardır.
INTRODUCTION and OBJECTIVE: Also known as Nora lesion, bizarre parosteal osteochondromatous proliferation (BPOP) is a benign exophytic lesion originated from the bone. In this study, we aimed to evaluate four patients with Nora lesion who were evaluated between 2010 and 2018, and to review current information through a brief literature screening.
MATERIAL and METHODS: A total of four patients with a mean age of 32 ± 24 years (26-37 years) including 2 female and 2 male patients were included in the study. Patients’ time to diagnosis and symptoms, clinical findings, mass size, MRI findings, surgical treatments, treatment outcomes and complications were investigated.
RESULTS: Marginal excision was made to all the patients. The most common mass localization was the long bones of the forearm. Recurrence was developed in one patient at postoperative 24th month, and underwent relapse resection. The remaining three patients did not develop relapse or complications at follow-up.
DİSCUSSION and CONCLUSION: Bizarre parosteal osteochondromatous proliferation is a rare bone lesion, which may be localized in many different part of the body, has a benign character, but may be encountered with frequent recurrence. A careful marginal excision to performed with a good preoperative planning is the most crucial key in prevention of relapses.

28.Isolated para-aortic lymph node recurrence of a woman with low-grade serous ovarian cancer: The importance of lymphadenectomy
İbrahim Yalçın, Burak Ersak, Hanifi Şahin, Mustafa Erkan Sarı, Tayfun Güngör
doi: 10.5505/aot.2018.60352  Pages 446 - 448
Bu olgu sunumunda evre I düşük grade seröz over kanseri rekürrensi olan bir kadının ayrıntılarını bildirdik. 72 yaşında bir kadın izole paraaortik lenf nodu rekürrensiyle başvurdu. Hastaya 2015 yılında primer sitoredüktif cerrahi uygulanmıştı. Bu cerrahi esnasında pelvik ve paraaortik lenfadenektomi uygulanmamıştı. Aralık 2017 esnasında uygulanan PET CT görüntülemede belirgin olarak aortokaval alanda paraaortik 2.7x1.8 cm lenfadenopati gösterildi. Bu olgu sunumunda düşük grade seröz over kanseri yönetiminde sistemik pelvik ve paraaortik lenfadenektominin önemini gösterdik.
In this case report, we reported the details of a woman with stage I low-grade serous ovarian carcinoma recurrence. A 72-year-old woman presented with isolated para-aortic lymph node recurrence. In 2015, she underwent primary cytoreductive surgery. A pelvic/para-aortic lymphadenectomy was not performed during this primary surgery. PET CT Examination on December 2017 clearly demonstrated para-aortic 2.7x1.8 cm lymphadenopathy in the aortocaval region (SUV max: 24.09). This case report shows that importance of systematic pelvic and para-aortic lymphadenectomy in the management of low-grade serous ovarian cancer.

LookUs & Online Makale