ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 50 (3)
Volume: 50  Issue: 3 - 2017
ORIGINAL ARTICLE
1.Non-transitional Cell Carcinoma of The Bladder: Single Center Experience
Gökmen Umut Erdem, Mutlu Doğan, Nebi Serkan Demirci, Yakup Bozkaya, Doğan Uncu, Nurullah Zengin
doi: 10.5505/aot.2017.83007  Pages 187 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Transisyonel hücreli olmayan mesane kanserleri nadir görüldüğü için literatürde daha az veri bulunmaktadır. Bu amaçla hastalar klinikopatolojik özellikleri, tedavi modaliteleri ve bunların prognoza etkileri açısından retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2004-Eylül 2014 tarihleri arasında kliniğimizde püre transisyonel hücreli olmayan mesane kanseri tanısı teyit edilen 30 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Transisyonel kanser içeren miks tümörler çalışma dışı bırakıldı.
BULGULAR: Çalışmamızda mesane kanserli hastaların %7.6’sında transisyonel hücreli olmayan karsinom olup bunların %3.9’u skuamöz hücreli karsinom (SHK), %2’si adenokarsinom, %1’i küçük hücreli karsinom (KHK) olup, %0.7’si diğer transisyonel hücreli olmayan kanser tipleri idi. Çalışmaya dahil edilen 30 hastanın tanı anında ortanca yaşı 60 yıl (aralık; 22-82), erkek/kadın oranı 4: 1 (24 erkek, 6 kadın) ve tanı anında en sık semptom makroskopik hematüri (%73.3) idi. 7 (%23.3) hastada evre 2, 10 (%33.3) hastada evre 3, 13 (%43.3) hastada ise evre 4 hastalık saptandı. Ortanca takip süresi 10 ay olup hastaların %80.0’ninde nüks/progresyon, %76.7’sinde ölüm gerçekleşti. Hastaların ortanca sağkalımı 10.0 ay olup, histopatolojik alt tipler açısından anlamlı farklılık yok idi (P=0.30). Lenf nodu tutulumu ve uzak metastazı olan hastalar çalışma dışı bırakıldığında erken evre mesane kanserli 17 hastanın ortanca sağkalımı 13.1 ay olup, tedavi modaliteleri açısından değerlendirildiğinde TUR±KT±RT uygulananlarda 10.0 ay iken, cerrahi±KT±RT uygulananlar ortanca sağkalıma ulaşmamıştı (P=0.07). Tanı anında ECOG performans durumunun 0-1 olması (P=0.04), 60 yaş ve altında olmak (P=0.04), evre 2 ya da 3 hastalığa sahip olmak (P=0.02), uzak metastazın olmaması (P=0.04) ortanca sağ kalımı olumlu etkileyen faktörler idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transisyonel hücreli olmayan mesane kanserli hastalarda histopatolojik alt tiplere göre gruplar arasında genel sağkalım farkı saptanmadı. Tanı anında ECOG performans durumunun 0-1 olması, 60 yaş ve altında olmak, evre 2 ya da 3 hastalığa sahip olmak, uzak metastazın olmaması ortanca sağkalımı olumlu etkileyen faktörler idi. Evre 4 hastalık dışındaki hastalarda cerrahi ± kemoterapi ve/veya radyoterapinin sağkalımı anlamlı olarak artırdığı gözlendi.
INTRODUCTION: Because non-transitional bladder cancers are rare, there is a few data in the literature. For this purpose, patients were evaluated retrospectively in terms of clinicopathologic characteristics, treatment modalities, and their prognostic effects.
METHODS: Thirty patients with pure non-urothelial bladder cancer, who were followed between October 2004 and September 2015, were evaluated retrospectively.
RESULTS: Out of 390 consecutive patients with bladder cancers, 30 had pure non-urothelial carcinoma (7.6%): %3.9 SqCC, %2.0 AC, %1.0 SmCC, %0.7 another non-urothelial carcinoma. The median age of the patients was 60 years (range, 22–82 years) and the male/female ratio was 4: 1 (24 males and 6 females). The most common symptom was macroscopic hematuria (73.3%). Seven patients (23.3%) had stage II disease, ten patients (33.3%) had stage III disease and thirteen patietns (43.3%) had stage IV disease. The median follow-up period was 10.0 months, during which 80.0% experienced recurrence/progression, and 76.7% died. The median overall survival (OS) was 10.0 months and there was no significant difference in terms of histopathological subtypes (P=0.30). The median OS of seventeen patients with stage 2-3 was 13.1 months. The median survival for stage I–III patients treated with surgery±CT ±RT (median OS yet not reached) was longer than for those treated with TUR ± CT ± RT (10 months) (P = 0.07). Univariate analysis revealed that younger age (P=0.04), stage 2-3 disease (P=0.02), ECOG performance status<2 (P=0.04), and the absence of metastasis (P=0.04) were factors indicating a good prognosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with non-urothelial cancer, there was no overall survival difference between groups in terms of histopathological subtypes. At the time of diagnosis, younger age, stage 23 disease, ECOG performance status<2, and the absence of metastasis were factors indicating a good prognosis. Surgery ± CT ± RT resulted in significantly better OS, except for in patients with stage 4 disease.

2.Feared complication of malignancy: Venous thromboembolism
Funda Karaduman Yalçın, Ayşegül Şentürk, Ayşegül Karalezli, Ayşenur Soytürk, Elif Babaoğlu, Hatice Canan Hasanoğlu
doi: 10.5505/aot.2017.38258  Pages 195 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Malignite ve pulmoner tromboemboli birlikteliği tespit edilen hastalarda primer malignitenin yeri ve patolojik tipi ile pulmoner tromboemboli arasındaki ilişkiyi incelemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Mayıs 2010-Ekim 2013 tarihleri arasında malignite ve pulmoner tromboemboli birlikteliği tespit edilen 42 hasta çalışmaya alındı. Bu olguların yaş, cinsiyet, ek hastalık, sigara alışkanlıkları sorgulandı. Primer malignitenin saptandığı organ, patolojik tipi, metastaz varlığı, tanı zamanı, verilen tedaviler kaydedildi ve sonuçlar tartışıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 42 malignite ve pulmoner tromboemboli tanısı olan hastanın 15’i kadın (%35,7), 27’si erkekti (%64,3) ve yaş ortalamaları 60,4 ± 14 (24-86) olarak bulundu. 19 (%45,2) hastada primer akciğer malignitesi ve 23 (%54,7) hastada akciğer dışı malignite mevcuttu. Akciğer malignitesi olan hastaların 13’ünde (%30,9) adenokarsinom, 4’ünde (%9,5) squamöz hücreli karsinom ve 2’sinde (%4,7) küçük hücreli karsinom saptandı. Akciğer dışı malignitesi olanlarda, 9 hastada (%21,4) gastrointestinal sistem malignitesi, 8 hastada (%19) genitoüriner sistem malignitesi, 3 hastada (%7,1) baş- boyun tümörü, 2 hastada (%7,1) hematolojik malignite ve 1 hastada (%2,3) primeri bilinmeyen metastatik karsinom tespit edildi. Yapılan venöz Doppler ultrasonografi incelemesinde 25 hastada (%59,5) alt ekstremitede trombüs, 2 hastada (%4,8) üst ekstremitede trombüs, 2 hastada (%4,8) hem üst hem de alt ekstremitede trombüs tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kanser hastalarında tromboembolik hastalıklar önemli bir mortalite nedenidir. Özellikle pulmoner tromboembolinin mortaliteyi artırıcı etkisi fazladır. Bu nedenle klinik şüphe varlığında PTE tanısı bir an önce konulmalı ve tedavi edilmelidir. Bir başka açıdan PTE nedeniyle takip edilen hastalarda altta yatan bir malignite olma olasılığı düşünülmeli ve gerekli incelemeler yapılmalıdır.
INTRODUCTION: In this study we aimed to evaluate the relationship between the location and histological structure of primary malignancy and pulmonary thromboembolism (PTE) in patiens both having malignancy and pulmonary thromboembolism.
METHODS: Forty- two (42) patients followed by the diagnosis of both malignancy and PTE were enrolled in our study between May 2010- July 2013. We assessed our patients according to ages, genders, comorbidity and smoking habits and malignancy according to the location of malignancy, pathological subtypes, metastases and the duration of the initial diagnosis.
RESULTS: Of the whole 42 patients with malignancy and PTE, 15 patients were female (35,7%), 27 patients were male (64,3%). The mean age were 60,4 ± 14 (24-86). 19 patients (45,2%) were having pulmonary, 22 patiens (52,4%) were having extrapulmonary malignancy. The distrubition of pulmonary malignancy were as follows; adenocarcinoma (13 (30,9%)), squamous cell (4, (9,5%)) and small cell carcinoma (2 (4,7%)). The distrubition of extrapulmonary malignancy were as follows; gastrointestinal tract malignancies (9 (21,4%)), malignancy of the genitourinary system 8 (19%), head and neck tumors (3 (7,1%)), haematological malignancy (2 (7,1%)) and metastatic carcinoma of unknown primary (1(2,3%)). The lower extremity thrombosis in 25 patients (59,5%), the upper extremity thrombosis in 2 patients (4,8%), both upper and lower extremities thrombosis in 2 patients (4,8%) were detected by the examination of the venous Doppler ultrasound.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Thromboembolic diseases are known as one of the major causes of mortality in cancer patients. It has been shown in the previously studies that pulmonary thromboembolism has an enhancing effect to mortality in cancer patients. Therefore, in the presence of clinical suspicion of PTE, it must be diagnosed and treated as soon as possible. Patients of whom are diagnosed as PTE should be reconsidered and further investigations should be performed because of the probability of an underlying malignancy.

3.Early Bilirubin Levels Following Percutaneous Biliary Drainage and Stenting Performed for Malignant Biliary Obstruction
Mehmet Burak Çildağ, Ömer Faruk Kutsi Köseoğlu
doi: 10.5505/aot.2017.82905  Pages 201 - 206
GİRİŞ ve AMAÇ: Malignitelere ikincil safra yolu tıkanıklığı ve bilirubin yükselmesi görülebilir. Kemoterapi uygulanabilmesi için bilirubin seviyesinin belli bir seviyenin altında olması gereklidir. Safra yolları tıkanıklıklarında perkütan biliyer drenaj ve stentleme palyatif tedavide uygulanmaktadır. Perkütan biliyer drenaj sonrası bilirubin seviyeleri düşmektedir. Bilirubin seviyelerinde belli miktara düşme zamanı ile ilgili çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmada biz işlem öncesi seviyesine bakılmadan 2 ay içinde 2 mg/dl’ nin altına düşen bilirubin seviyesine sahip olgularda işlem sonrası kısa dönemdeki bilirubin seviyesindeki değişimi göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014- Aralık 2016 tarihleri arasında malign sebeplere bağlı tıkayıcı sarılık gelişmiş ve PBD uygulanmış ve işlem sonrası 2 ay sonra biluribin seviyesi 2 mg/ dl nin altına düşmüş olguların işlemden bir gün önceki, işlem sonrası 1.,7., ve 15. gündeki bilirubin miktarları kaydedildi. Tüm hastalarda safra tıkanıklığa yol açan tümör çeşidi ve tıkanıklığın seviyesine bakıldı.
BULGULAR: Çalışma kriterlerine uyan 40 hasta değerlendirildi. İşlem öncesi ortalama bilirubin seviyesine göre ortalama bilirubin miktarında 1. gün %17,7, 7. gün %38,4 ve 15. Gün % 59,4 azalma izlendi. Bilirubin düşme miktarıyla sadece işlem öncesi bilirubin seviyesiyle ilişki mevcuttu (p<0.001). Tıkanma seviyesi, tıkanma etiyolojisini oluşturan malignite ve karaciğer metastazı olup olmaması ile bilirubin düşüş miktarı arasında ilişki saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Perkütan biliyer drenaj ve stentleme malign sebeplere bağlı safra yolu tıkanıklığında palyatif tedavide yer almakta olup işlemin amaçlarından biride bilirubin seviyelerini düşürerek hastaya kemoterapi uygulanabilmesine olanak sağlamasıdır. Bu çalışma ile perkütan biliyer drenaj ve stentleme sonrası 2. ayda 2 mg /dl nin altına bilirubin seviyesine inmiş olgularda 1. günde, 7. günde ve 15. günde bilirubin seviyelerindeki ortalama düşüşün sırasıyla %17,7, %38,4 ve % 59,4 olduğu ve işlem öncesi bilirubin seviyesinin erken dönem bilirubin miktarındaki değişiklikle ilişkili olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: Secondary bile duct obstruction and bilirubin elevation may be observed in malignancies. Bilirubin levels below a specified amount are required in order to administer chemotherapy. Percutaneous biliary drainage (PBD) and stenting are performed for palliative treatment of bile duct obstructions. Bilirubin levels decrease after percutaneous biliary drainage. In this study, we aimed to demonstrate the postoperative short-term change in bilirubin levels in cases whose bilirubin levels decreased below 2 mg/dL within 2 months, regardless of predrainage level.
METHODS: The amounts of bilirubin on the day before percutaneous biliary drainage, and on post percutaneous biliary drainage days 1, 7 and 15 were recorded for technically successful cases who had obstructive jaundice due to malignant causes on dates January 2014-December 2016 for cases whose bilirubin levels decreased to <2 mg/dL within 2 months after the procedure.The type and degree of tumor leading to bile obstruction was examined in all patients.
RESULTS: In study period, 40 patients who met the criteria were found. A decrease by 17.7% on day 1, 38.4% on day 7 and 59.4% on day 15 was observed in the mean bilirubin amount compared to the pre PBD mean bilirubin level.The amount of bilirubin decrease was only correlated with predrainage bilirubin level. No correlation was found between the amount of bilirubin decrease and the degree of obstruction, the presence or absence of malignancy and liver metastasis that constitutes the etiology of obstruction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Percutaneous biliary drainage and stenting is considered as palliative treatment of bile duct obstruction due to malignant causes and purposes of the procedure include decreasing bilirubin levels to enable chemotherapy administration for the patient. For cases whose bilirubin levels had decreased to <2 mg/dL at 2 months after percutaneous biliary drainage and stenting, this study demonstrated the mean decrease in bilirubin levels on days 1, 7 and 15 as 17.7%, 38.4% and 59.4%, respectively.

4.Distress, Anxiety and Depression in Patients Who Have Received Hematologic Cancer Diagnosis
Elif Çalışkan, Nermin Gürhan, Ali İrfan Emre Tekgündüz
doi: 10.5505/aot.2017.70298  Pages 207 - 217
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalişmanin amaci, hematolojik kanser tanisi almiş ve kemoterapi tedavisi görmekte olan hastalarda distres, anksiyete ve depresyon yaşama durumlarini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanimlayici kesitsel tipte yapilan çalişmanin örneklemini, hematolojik kanser tanisi almiş, hematoloji servisine yatişi yapilan veya ayaktan kemoterapi tedavisi görmekte olan 75 bireyden oluşmaktadir. Hastalara kişisel bilgi formu, Distres Termometresi (DT) ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Skalasi (HADS) testleri uygulandi.
BULGULAR: DT’ye göre 52 hastanin (%69,3) yüksek stres (≥4) yaşadiği, 23 hastanin (%30,7) düşük stres (<4) yaşadiği belirlenmiştir. HAD ölçeğine göre, HAD-Anksiyete alt boyutu açisindan 17 hastanin (%22,7) 10 ve üzeri olduğu belirlenmiştir. HAD-Depresyon alt boyutu açisindan 47 hastanin (%62,7) 7 ve üzeri olduğu belirlenmiştir. DT ve HAD skalalari arasinda pozitif yönlü korelasyon vardir. Bayanlarin anksiyete puan ortalamasinin, erkeklerin anksiyete puan ortalamasindan istatistiksel olarak anlamli düzeyde daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalarin büyük çoğunluğu tani anindan itibaren tedavi süreci boyunca distres yaşamaktadir. Hastalarin distresi artikça anksiyete ve depresyon seviyeleri de artmaktadir. Böylece hastalarin fiziksel ve emosyonel yakinmalari artarken, tedaviye uyum zorlaşmakta, hastane yatiş süreleri artmakta ve hastanin yaşam kalitesi azalmaktadir. Psikolojik sikinti yaşayan hastalarin gözden kaçmamasi, tespit edilmesi ve yönlendirilmesi için ve nicel olarak ölçüm yapan, zaman almayan tarama ölçekleriyle hastalarin rutin olarak değerlendirilmesi literatür işiğinda önerilmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine distress, anxiety and depression in patients who have received hematologic cancer diagnosis and who are on chemotherapy treatment.
METHODS: The sample consisted of 75 individuals who were diagnosed with hematologic cancer and who were on chemotherapy treatment in the hematology department and in there mote chemotherapy unit. Participant were applied personal information form, DistressThermometer (DT) and Hospital Anxiety and Depression Scale (HADS).
RESULTS: Accordingto DT, 52 patients (69.3%) had highstress (≥4), 23 patients (30.7%) had lowstress (<4). According to the HAD scale, HAD-Anxiety sub-dimension was found to be over 10 in 17 patients (22.7%). In terms of HAD-Depression sub-dimension, it was determined that 47 patients (62.7%) wereover 7.There is a significant positive difference between DT and HAD scales. Theme an anxiety score of the ladies was found to be statistically higher than the average of the anxiety scores of the males.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The vast majority of patient sare distressed during the treatment process from the time of diagnosis. Anxiety and depression levels increase as patients' distress increases. Thus, the physical and emotional complaints of the patient sare increased, the compliance with the treatment becomes difficult, the length of hospital stay increases and the quality of life of the patient decreases. Patients should be screened routinely with easy screening scales to detect patients suffering from psychological distress.

5.Alternative Treatment Option Therapeutic Apheresis Diagnosis and Clinical Approach 5 Year Experience
Mehmet Hilmi Doğu, Sibel Kabukcu Hacıoğlu
doi: 10.5505/aot.2017.86158  Pages 218 - 223
GİRİŞ ve AMAÇ: Terapötik aferez işlemi kanda bulunun ve hastalık nedeni olduğu düşünülen patolojik maddelerin özel işlemler ve gerekli replasman sıvıları kullanılarak uzaklaştırma işlemidir. Terapötik aferez hematolojik, nörolojik, nefrolojik, romatolojik, dermatolojik ve metabolik bozukluklar gibi birçok endikasyon listesine sahiptir. Güncel pratikte özellikle aferez ünitesi olmayan kliniklerde göz ardı edilebilen terapötik aferez işleminin farkındalığını arttırmak adına 5 yıl süre ile terapötik aferez ünitesi bünyesinde yapılan işlemleri ve özellikleri ile birlikte incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmamız retrospektif olarak hastanemiz aferez ünitesinde farklı kliniklerden hastalara uygulanan terapötik aferez işlemlerine ait 5 yıllık veriler kullanılarak yapılmıştır. Yapılan işlemler tanı bazlı ve klinik bazlı gruplara ayrılarak incelenmiştir.
BULGULAR: Klinik bazlı inceleme yapıldığında en fazla hematoloji bölümü bünyesinde terapötik aferez işlemi uygulanmıştır. İkinci sırada nefroloji bölümü yer almakta olup bunu yoğun bakım ve nöroloji klinikleri takip etmektedir. Tanı bazlı inceleme yapıldığında ise ilk sırada hematolojik hastalıklar yer alırken bunu takiben nefrolojik, nörolojik ve romatolojik hastalıklar gelmektedir. Yapılan işlemler koyulan endikasyonlara göre değişim göstermektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, terapötik aferez işlemi günümüzde giderek artan bir kullanım alanına sahip olmaktadır. Daha öncesinde destek veya yardımcı tedavi seçeneği olarak kullanılmakta olan terapötik aferez işlemi günümüzde yeni geliştirilen teknik donanımlar sayesinde hastalık spesifik işlemlerin yapılabilmesi nedeniyle ana tedavinin bir parçası olma yolunda ilerlemektedir. Bu nedenle klinikler ile aferez ünitelerinin birlikte ortak hareket etmesine ve multidisipliner konseylerin düzenlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: Therapeutic apheresis is a procedure, which removes pathologic substances, that are the causes of the diseases in the plasma of patients, by seperation of plasma from the blood and exchange it with replacement fluid via special technics. Therapeutic apheresis is indicated in a number of hematologic, neurologic, nephrologic, rheumatologic, dermatologic and metabolic disorders. In order to increase the awareness of the therapeutic apheresis process which can be overlooked in the current practice, especially in the clinics which do not have the apheresis unit, we examined the procedures and technics carried out within the therapeutic apheresis unit of our hospital.
METHODS: Our study was performed retrospectively using 5 years data of therapeutic apheresis treatments applied to the patients from various clinics, in our hospital apheresis unit. The procedures performed were investigated according to the diagnosis of the patients and th departments whose patients were applied the procedure.
RESULTS: Therapeutic apheresis treatment was applied mostly in the hematology department when compared with other clinics. Respectively, nephrology, intensive care unit and neurology departments were the other clinics whose patients needed therapeutic apheresis treatment frequently.. When a diagnosis-based examination was performed, hematological diseases were in the first place, subsequently followed by nephrological, neurological and rheumatologic diseases. The procedures performed varied according to the indications.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Therapeutic apheresis, which has been previously used as a supportive or adjunctive treatment option, is now becoming a part of the main treatment due to the availability of disease-specific treatments through newly developed technical equipments. For this reason, there is a need for coordination of multidisciplinary councils with the cooperation of clinics and apheresis units.

6.Breast cancer or an insidious disease? Idiopathic granulomatous mastitis, its ultrasonographic, dynamic contrast-enhanced MR and diffusion MR characteristics with a literature review
Şehnaz Tezcan, Funda Ulu Öztürk, Nihal Uslu, Eda Yılmaz Akçay
doi: 10.5505/aot.2017.97268  Pages 224 - 230
GİRİŞ ve AMAÇ: İdyopatik granülomatöz mastit, radyolojik olarak meme kanserini taklit edebilen, nadir görülen, benin iltihabi bir meme hastalığıdır. Ultrason ve manyetik rezonans bulguları tanıda yardımcı olmaktadır. Bu çalışmada idyopatik granülomatöz mastitin ultrason, difüzyon ağırlıklı ve dinamik kontrastlı MR bulgularını irdelemeyi amaçlamaktayız.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 12 hasta dahil edilmiştir. Tüm hastalara ultrason, difüzyon ağırlıklı MR ve dinamik kontrastlı MR tetkikleri uygulanmıştır. Lezyonların morfolojik özellikleri, görünür difüzyon katsayıları ve zaman-sinyal intensite eğrileri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Ultrason ve MR incelemesinde hastalarda heterojen kitleler ve bunlara eşlik eden dilate duktal yapılar izlenmiştir. Dinamik kontrastlı MR'da; lezyonlar içerisinde kitlesel kontrastlanma, kitlesel olmayan kontrastlanma ve halkasal kontrastlanma paternleri gözlenmiştir. Zaman-sinyal intensite eğrilerinde tip 1, tip 2 ve tip 3 kontrastlanma özellikleri izlenmiştir. 1 hastada zaman-sinyal eğrisinin steroid tedavisi sonrasında tip 3'den tip 1'e gerilediği dikkati çekmiştir. Lezyonların ortalama görünür difüzyon katsayısı değeri 1.01 ± 0.06 (× 10 -3 mm2/s) olarak hesaplanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İdyopatik granülomatöz mastit ile meme kanseri ayrımında dinamik kontrastlı MR bulguları genelde tanıya yardımcı olsa da, idyopatik granülomatöz mastit seyrek de olsa meme kanserine benzer olarak tip 3 kinetik eğriler gösterebilmektedir. Bununla beraber kanserden farklı olarak idyopatik granülomatöz mastitte izlenen tip 3 kinetik eğri ilaç tedavisi sonrası tip 1 eğriye dönüşebilmektedir. İdyopatik granülomatöz mastitte lezyonlardan elde edilen görünür difüzyon katsayısı ise kanserlere benzerlik göstermektedir. İdyopatik granülomatöz mastitin tanısının kesinleşmesinde hala biyopsi önemini korumaktadır.
INTRODUCTION: Idiopathic granulomatous mastitis is a rare, benign inflammatory breast disease which can mimic breast carcinoma radiologically. Ultrasound and magnetic resonance imaging findings may help for diagnosis. The aim of this study is to evaluate ultrasound, MRI, diffusion-weighted and dynamic contrast-enhanced MRI findings of idiopathic granulomatous mastitis.
METHODS: 12 patients were enrolled in this study. All patients were examined with ultrasound, diffusion-weighted and dynamic contrast-enhanced MRI. Morphological characteristics, apparent diffusion coefficient values and time-intensity curves of lesions were evaluated.
RESULTS: Ultrasound and non-contrast magnetic resonance imaging showed heterogenous masses and dilated ducts. Non-mass-like enhancement, mass-like enhancement and ring-like enhancement were identified on dynamic contrast-enhanced MRI. Lesions showed type 1, type 2 or type 3 enhancement patterns. Type 3 curve changed into type 1 curve after steroid therapy in one patient. The mean apparent diffusion coefficient value of lesions was 1.01 ± 0.06 (× 10 -3 mm2/s).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dynamic contrast-enhanced MRI findings may generally help to differantiate malignancy from idiopathic granulomatous mastitis, however, idiopathic granulomatous mastitis can show type 3 kinetic curves rarely, similar to malignancy. Neverthless, type 3 curves can change to type 1 curves after drug therapy in idiopathic granulomatous mastitis contrast to malignancy. Apparent diffusion coefficient values of idiopathic granulomatous mastitis were similar to malignancies. For definite diagnosis, biopsy still remains its importance of diagnosis for idiopathic granulomatous mastitis.

7.Reconstruction with Modular Endoprosthesis in Elbow Joint due to Oncological and Non-Oncologic Causes
Güray Toğral, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2017.87049  Pages 231 - 237
GİRİŞ ve AMAÇ: Dirsek eklemi; primer ve metastatik kemik tümörleri için nadir bir tutulum bölgesidir. Bu bölgeyi ilgilendiren tümörlerin cerrahisi tedavisinde bölgedeki damar sinir yapıları nedeniyle ameliyat öncesi ve sonrası planlama çok dikkatli yapılmalıdır. Dirsek eklemi ve distal humerusu ilgilendiren tümör ve tümör dışı nedenlerle rezeksiyon ve sonrasında modüler endoprotez ile rekonstrükte edilen hastaların tedavisinin sonuçlarının değerlendirilmesi amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005-2016 yılları arasında kliniğimizde; dirsek eklemine onkolojik ve non-onkolojik nedenlerle rezeksiyon yapılıp modüler megaprotez ile rekonstrüksiyon yapılan 12 hastayı retrospektif olarak demografik, tümör protezi yapılma etiyolojisi, tümör özellikleri ve fonksiyonel alçıdan inceledik.
BULGULAR: Çalışmaya 12 olgu dahil edildi, ortalama yaş 53(18-75)'tü. Hastaların 7'si erkekti. Ortalama takip süresi 33 ay(4-120 ay) dı. Hastalardan 10 tanesine kemik tümör rezeksiyonu (7 hastada metastatik, 3 hastada primer) sonrası dirsek rekonstrüksiyonu yapılırken 2 hastaya daha önce geçirilmiş başarısız dirsek protezi nedeniyle uygulanmıştı. Ortalama Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skor 77(67-93) iken ortalama Mayo Elbow Performance Score (MEPS) skor 63 (45–80) olarak hesaplanmıştı. Hastaların operasyon öncesi görsel analog skala (VAS) skoru ortalama 7(6-9) iken operasyon sonrası bu değerler 5(4-6) olarak ölçülmüştü. 4 olguda komplikasyon (birer hastada geçici radial palsi, yüzeyel yara yeri enfeksiyonu, 2 hastada ise ulnar komponentde periprostatik kırık) gözlenmişti. Metastaza bağlı endoprotez yapılmış 6 hasta malesef ortalama 23 ay (9-35 ay) içinde kaybedilmiştir, kalan 6 hasta takip altındadır. Yumuşak doku fibrosarkomu tanılı hastada operasyon bölgesinde damar sinir pakesini tutan yumuşak doku nüksü nedeniyle rezeksiyon protezinden 14 ay sonra yüksek dirsek üstü amputasyon yapılmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dirsek eklemine modüler megaprotez uygulanan hastalarda yüksek oranda ağrısız bir dirsek, ön kol ve el bileği eklemi elde edilmekte, hasta ameliyattan sonra kısa süre içinde ilgili ekstremitesini kullanmaya başlamaktadır. Dahası yeterli cerrahi sınır elde edilmesini sağlayan agresif bir rezeksiyon; bu bölgeyi tutan primer lokal agresif tümörlerde potansiyel bir kür sağlayabilmektedir, ancak metastatik tümörlerde yeterli bir fonksiyonel sonuç sağlamasına karşın total yaşam beklentisine çok katkı sağlamamaktadır.
INTRODUCTION: Elbow joint is a rare site of involvement for primary and metastatic bone tumors. Surgery involving this area should be done carefully because of the vascular structures and nerve related with the region. We aimed to evaluate the outcome of patients who were reconstructed with a modular endoprosthesis involving the elbow joint and distal humerus due to tumor resection and other causes.
METHODS: We retrospectively reviewed the demographics, tumor prothesis etiology, tumor characteristics and functional plaster of 12 patients who underwent resection with oncologic and non-oncological reasons for the elbow joint and reconstruction with modular megaprosthesis between 2005-2016 in our clinic.
RESULTS: Twelve cases were included in the study, with a mean age of 53 (18-75) years. Seven of the patients were male. The mean follow-up period was 33 months (4-120 months). Elbow reconstruction was performed due to bone tumor resection in 10 patients(7 patients metastatic, 3 patients primer) while following previous unsuccessful elbow prosthesis in 2 patients. The mean Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) score was 77 (67-93) while the mean Mayo Elbow Performance Score (MEPS) score was 63 (45-80). The preoperative visual analog scale (VAS) score of the patients was 7 (6-9), whereas these values were reduced to 5 (4-6) postoperatively. Complications were observed in 4 cases: transient radial palsy in 1, superficial wound infection in 1 and periprostatic fracture in ulnar component in 2 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients who have applied modular megaprosthesis to the elbow joint, a painless elbow, forearm and wrist joint are obtained at a high rate and the patient begins to use the extremity shortly after the operation. Furthermore, an aggressive resection ensuring that adequate surgical margin is achieved; provides a potential cure for primary local aggressive tumors, although for metastatic tumors it provides satisfactory functional result but do not contribute much to the total life expectancy.

8.Magnetic Resonance Imaging Findings of Primary Synovial Osteochondromatosis
Burcu Şahin, Elif Aktaş, Murat Arıkan, Güray Toğral, Nazan Çiledağ, Emrah Çağlar, Bilgin Kadri Arıbaş
doi: 10.5505/aot.2017.72792  Pages 238 - 241
GİRİŞ ve AMAÇ: Sinoviyal osteokondramatozis sinovial dokunun mezenkimal kalıntılarının kartilajinöz metaplazisi sonucu gelişir. Genellikle eklem aralıklarında ve tenosinoviyumda kalsifiye kartilajinöz oluşumlar ile karakterizedir. Tek eklem tutulumu yapar ve sıklıkla diz, kalça ve el bileği tutulur. Nadir de olsa kondrosarkoma malign dejenerasyon gösterebilmektedir. Patolojik olarak ispatlanmış farklı anatomik lokalizasyonlardaki sinoviyal osteokondromatozisli on olgumuza ait MR bulgularını sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sinoviyal osteokondromatozis tanısı almış on olgunun MR incelemeleri retrospektif olarak iki farklı radyolog tarafından birlikte tekrar değerlendirildi. Hastaların demografik ve klinik özellikleri ve lezyonların yerleşimi, şekli, uzanımı ve MR sinyal özellikleri değerlendirildi.
BULGULAR: Tanı alan 10 olgunun 6’sı erkek,4’ü kadın olup yaş ortalaması 50 bulunmuştur.(14-70 yaş) Hastaların geliş yakınmaları eklem ağrısı (n: 5), şişlik (n: 5) olarak belirtilmiştir. İki lezyon ayak bileğinde, 4 lezyon diz ekleminde, 2 lezyon omuz ekleminde ve 1 lezyon kalça ekleminde ve 1 lezyon dirsek ekleminde tespit edilmiştir. Röntgenografide tüm olguların ilgili eklem aralığında milimetrik noduler kalsikasyonlar izlenmiştir. Sadece 1 olguda kemik tutulumu da izlenmiştir. Omuz eklemi tutulumu olan olgularda ekstraartikülerbursal ve tenosinovial tutulum da izlenmiştir. Kalça eklemi tutulan olguda iliopsoas ve eksternalobturatuar bursalar da tutulmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sinoviyal osteokondromatozisin direkt grafi ve MR bulguları genellikle tipiktir. Sinoviyal osteokondromatoziste MR intraartiküler lezyonun bursalara uzanımını ve kemik erozyonlarını göstermekte de oldukça başarılıdır.
INTRODUCTION: Primary synovial chondromatosis is an uncommon benign monoarticular disorder. It is characterized by proliferation and metaplastic transformation of the synovium. It is generally characterized by calcified cartilagenous structures in the joint space or in the tenosynovium. It involves one joint and knee, hip, wrist are commonly affected joints. Malignant degeneration into chondrosarcoma has been reported but is rare. Here, we aimed to present MR images of 10 patients with primary synovial osteochondromatosis.
METHODS: We retrospectively reviewed 10 pathologically confirmed cases of synovial chondromatosis. Patients’ demographics and clinical presentations were reviewed. Imaging was evaluated by two musculoskeletal radiologists with agreement by consensus. Images were evaluated for lesion location, shape, extent and signal characteristics on MR.
RESULTS: Among the ten patients, 6 were male, 4 were female with a mean age of 50. (14-70 years) Lesion locations included knee (n=4), ankle (n = 2), shoulder (n = 2), elbow (n = 1), hip (n = 1). Radiographs commonly showed milimetric nodular calcifications. Only one lesion involved adjacent bone. The two patients with shoulder involvement also involved extraarticular bursa and tenosynovium. The case with the hip involvement also involved iliopsoas and external obturator bursa.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The radiographic and magnetic resonance imaging findings of synovial osteochondromatosis is typical. MRI is successful in determining the bone erosions and bursal extent of the intraarticular lesion.

9.Experience One Center Of Ipilimumab in Metastatic Malign Melanoma
Ferit Aslan, Ömür Berna Öksüzoğlu, Fatih Yıldız, Hüseyin Kanmaz, Fatma Buğdaycı Başal, Emrah Eraslan, Erkan Erdur, Ahmet Özgen Yıldırım, Ülkü Yalçıntaş Arslan, Necati Alkış
doi: 10.5505/aot.2017.67799  Pages 242 - 244
GİRİŞ ve AMAÇ: Metastatik malign melanom son yıllarda sıklığı artan ve yeni tedavi modaliteleri ile karşımıza çıkan bir tümördür. Yeni tedavi modalitelerinde immunoterapiler önemli bir yer tutmaktadır. İpilimumab ile immunoterapinin temelleri atılmıştır. Literatürde; metastatik malign melanomda ipilimumab ile 3 yıllık %22 dolayında sağ kalım oranlarına ulaşılmıştır.Biz de kendi metastatik malign melanomlu hastalarımızdaki ipilimumab etkinliği ve yan etkileri konusunda deneyimimizi paylaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Dr. Abdurrahman Yurtarslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 2013-2015 yılları arasında metastatik melanom tanısı ile ipilimumab alan 17 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi.

BULGULAR: Bu seride, hastaların %65’i M1c, %35’i mukozal primerli, %52 performans durumu 2 olan ve sadece %41’i (7 hasta) 4 uygulama ipilimumabı tamamlayabilmiş hasalardan oluşmaktaydı. Tüm seride 3 ay olan ortanca sağkalım, 4 uygulama ipilimumab alan hastalarda 7 aydır. Tedaviyle hastaların % 23 ünde ön planda immunolojik olduğu düşünülen grad 3-4 yan etkiler meydana gelmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, seçilmemiş hasta grubunda immünoterapilerin yakaladığı başarı oranları literatürden daha düşük saptanabilmektedir.
INTRODUCTION: Metastatic malign melanoma is a tumor type, which has emerged with new treatment modalities, and its frequency has increased in recent years.Immunotherapies have an important place in new treatment modalities. The basis of the immunotherapy has been established with Ipilimumab.In the literature, 22 % survival rates have been obtained in 3 years with Ipilimumab in metastatic malign melanoma.
METHODS: Betwen the years 2013-2015 in Ankara Dr. Abdurrahman Yurtarslan Ankara Oncology Education and Research Hospital, the data of 17 patients diagnosed with metastatic melanom and given ipilimumab were evaluated retrospectively.
RESULTS: In this series, 65 % of the patients consisted of M1c, 35 % of mucosal primer, 52 % performance status 2, and only 41 % (7 patients) completed 4 applications of Ipilimumab. In all series, the overall survival rate was 3 months; however, it is 7 months in patients who receive 4 applications of Ipilimumab.Grade 3-4 side effects were observed in 23 % of the patients, which is considered as being immunological.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a conclusion, the success rates in immunotherapies in non-selected patient group may be detected as lower than those in the literature.

10.Endometriosis Within the Rectus Muscle and Cesarean Scar: Analysis of 21 Cases and Assessment Potential of Malignancy
Ahmet Karayiğit, Mehmet Akif Üstüner, Haluk Pulat, Cihangir Özarslan
doi: 10.5505/aot.2017.62634  Pages 245 - 249
GİRİŞ ve AMAÇ: Endometriozis endometrium dokusunun uterus dışında başka bir anatomik bölgede bulunmasıdır. En sık overlerde olmak üzere batın içinde apendiksten karaciğere kadar her organda görülebilir. Sezaryan skarı(c/s) yada rektus kası içerisinde nadir olarak görülür.Bu çalışmada sezaryan skarı ve rektus kası içerisinde görülen 21 olgumuzu sunduk.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2008-2015 yılları arasında karın ön duvarındaki rektus kası içerisinde veya sezaryan skarında kitle nedeniyle opere ettiğimiz ve patoloji sonucu endometriozis olarak değerlendirilen hastaları retrospektif olarak inceledik.
BULGULAR: Çalışmaya alınan kadın hastaların yaş ortalaması 34.5(24-52) olarak hesaplandı. Hastaların 11’inde endometriozis dokusu eski sezaryan skarında, 9 hastada batın ön duvarında rektus kası içerisinde görülürken 1 hastada umbikal herni kesesi içerisinde gözlendi. Patoloji piyeslerindeki endometriozis kitlesinin ortalama büyüklüğü 3.4 cm(1.8cm-7.5 cm)olarak ölçüldü. Çalışmamızda hastaların 2’si genel anestezi altında 19’u lokal anestezi altında opere edildi. Hastaların 15’inde görüntüleme yöntemi olarak ultrason(USG) yapılırken, bu hastaların altısına USG sonrası ileri tetkik olarak manyetik rezonans(MR) tetkiki yapıldı. Hastalarda mortalite gözlenmezken, iki hastada yara yeri enfeksiyonu görüldü. Nüks gözlenmeyen hastalar halen takip ediliyor.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endometriozis olguları sezaryan skarı ve karın ön duvarında nadir olarak görülmekte olup palpe edilebilen kitle ile birlikte ağrıya yol açar.Cerrahi eksizyon etkin bir tedavi yöntemidir. Nüksü engellemek için en az 1 cmlik cerrahi sınırla kitleyi çıkartmak gerekir.Batın ön duvarında ve sezaryan skarında kitle şikayeti ile gelen üreme çağındaki kadınlarda endometriozis akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Endometriosis is characterized by the growth of endometrial tissue outside the uterus. Although it most frequently localized in the ovaries, it can affect every organ in the abdomen from the appendix to the liver. It is rarely seen in the cesarean scar(c/s) or rectus muscle. Herein, we report 21 case of endometriosis within the rectus muscle and cesarean scars.
METHODS: Between 2008 and 2015,a total of 21 patients who were operated for the mass within the rectus muscle or cesarean scar in the abdominal wall and whose pathological result was consisted with endometriosis were retrospectively analyzed.
RESULTS: Median age of women in the study group was 34.5(24-52). Endometriosis localisation in 11 of the patients were found on the c/s scar, in 9 of them were on the rectus abdominis muscle, and one of them was in the umblical hernia sac. Median size of the endometriosis tissue was measured as 3.4 cm (1.8-7.5 cm) in the specimens. In our study,2 of the patients were given general anesthesia while 19 of them were operated under local anesthesia. Ultrasound imaging were done in all cases and 6 patients were further evaluated using magnetic resonance imaging(MRI). No mortality was reported. As for morbidity, 2 patient had local wound infection. Study group is followed up without any recurrence reported.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endometriosis cases are presented as palpable painful masses and rarely found on C/S scar or on anterior abdominal wall. Surgery is a effective treatment option. To avoid any recurrence, masses must be removed a minumum 1 cm margin. In differential diagnosis of palpable and painful masses on the abdominal wall or C/S scar in reproductive women, we should consider endometriosis.

INVITED REVIEW
11.Denosumab Therapy in Giant Cell Bone Tumor: Review of Literature
Orhan Balta, Recep Kurnaz, Kürşad Aytekin, Murat Aşçı, Mete Gedikbaş, Bora Bostan
doi: 10.5505/aot.2017.46036  Pages 250 - 258
Denosumab kemik dev hücreli tümörünü yönetmek için etkili ve kullanışlı bir ilaçtır. İnoperable veya metastatik dev hücreli tümörlü hastalar için birinci basamak tedavide altın standart olarak düşünülmektedir. Dev hücreli kemik tümöründe denosumabınetkinliği prospektifrandomize çalışmalarda kanıtlanmıştır. Nörovasküler yapılara yakın büyük dev hücreli tümörde daha fazla morbiditeye yol açaçak rezeksiyona yönelmek yerine denosumab ile neoadjuvan tedavi dev hücreli tümörde intralezyonel cerrahiyi kolaylaştırabilir. Farklı sebeplerden dolayı tedaviyi bıraktıktan sonra yapılan biyopside psödosarkomatöz değişiklikler görülebileceği unutulmamalıdır. Dev hücreli tümörde denosumab tedavisi sonrası kalınlaşmış korteks ve subkondral kemik içerisinde tümör hücrelerinin gizlenmesi sonucu lokal tümör rekürrensi görülebilir. Denosumab çenede osteonekroz oluşumu ile ilişkilendirilmiştir. Bu makalede denosumab tedavisi alan hastaların sistematik değerlendirilmesi,risk faktörleri, tanı-tedavi yararlığı, tedavi seçeneklerini öngören kılavuzlar sunulmuştur.
Denosumab is an effective and usefull drug for managing the giant cell bonetumor. It is considered the gold standard for treatment of the inoperable or metastatic giant cell tumors. Theefficacy of denosumab in giant cell bone tumors has been demonstrated in prospective randomized trials. Neoadjuvant therapy with denosumab may facilitate intralesional surgery in giant cell tumor instead of resection leading to more morbidity in a large giant cell tumor close to the neurovascular structure. It should not be forgotten that pseudosarcomatous changes in biopsies may ocur after denosumab treatment due to different reasons. Giant cell tumor may result in dense cortex after denosumab treatment and local tumor recurrence after concealment of tumor cells within the subchondral bone. Denosumab is associated with jaw osteonecrosis formation. In this article, guidelines for systematic evaluation, risk factors, diagnostic-therapeutic usefullness and treatment options for patients treated with denosumab are presented.

CASE REPORT
12.Struma Ovarii: A Report of Two Cases
Funda Atalay, Gülay Bilir Dilek, Kadir Çetinkaya
doi: 10.5505/aot.2017.44366  Pages 259 - 261
Struma ovari, yumurtalık dermoid tümörlerinin nadir görülen bir varyantı olup, tiroid doku komponentleri başlıca bileşenidir. Cerrahiden önce teşhis koymak zordur. Bu makalede, 2 adet struma ovari vakası bildirilmektedir. Birincisi 41 yaşında kronik pelvik ağrı sendromlu hasta salpingo-oferektomi ile tedavi edilmişti. İkinci hasta ise postmenopozal kadında total abdominal histerektomi, bilateral salphingo-ooferektomi uygulanmıştı. En son patolojik tanıları, tipik morfolojik kriterlere ve immün boyamaya dayanan struma ovari idi.
Struma ovarii is a rare variant of dermoid tumors of the ovary in which thyroid tissue components is the major constituent. It is difficult to make a diagnosis before surgery. The current study reports 2 cases of struma ovary. The first case was a 41 year-old patient with chronic pelvic pain, treated with salpingo-oophorectomy. The second case was a postmenopausal woman treated with total abdominal hysterectomy bilateral salpingo-oophorectomy. The final pathological diagnoses were struma ovarii based on typical morphologic criteria and immune staining.

13.Gingiva Metastasis of Renal Cell Carcinoma: A Rare Case Report
Erdem Öztürk, İsmail Selvi, Taha Numan Yıkılmaz, Halil Çağrı Aybal, Ayşegül Erol, Halil Başar
doi: 10.5505/aot.2017.66376  Pages 262 - 265
Renal hücreli karsinom, meme ve akciğer kanserlerinden sonra oral kaviteye metastaz yapan en sık üçüncü malignite olsa da, oldukça nadir görülmektedir. Gingivada metastaz yapması ise oransal olarak daha azdır ve bu tümörlerin ayırıcı tanıda akla gelmesi oldukça zordur. Genel olarak baş boyun bölgesine metastaz yapmış renal hücreli karsinomların prognozu oldukça kötü olup, bu aşamadan sonra beklenen sağ kalım 1 yıldan daha azdır. Tanıdan 1 ay sonra kosta metastazı gelişen renal hücre karsinomlu 51 yaşında bir erkek hastada, hedefe yönelik tedavilere rağmen, 42. ayda oluşan gingiva metastazı olgusunu sunduk.
Renal cell carcinoma is the third most common malignancy that metastasizes to the oral cavity after breast and lung cancers, but it is rarely seen. Metastasis to the gingiva is proportionally less and it is difficult for these tumors to come to mind in the differential diagnosis. Generally, the prognosis of renal cell carcinoma metastasizing to the head and neck region is quite poor and the expected survival is less than 1 year. We presented a 51-year-old male patient with renal cell carcinoma, developing costa metastasis 1 month after diagnosis and showing gingiva metastasis at 42th months despite targeted treatment.

14.Development of Acute Myelogenous Leukemia in an Allogeneic Hematopoietic Stem Cell Transplantated Patient with Fanconi Anemia
Alparslan Merdin, Jale Yıldız, Mehmet Sinan Dal, Merih Kızıl Çakar, Ali Hakan Kaya, Emre Tekgündüz, Aykut Onursever, Fevzi Altuntaş
doi: 10.5505/aot.2017.83997  Pages 266 - 268
Fankoni Anemisi (FA) aplastik aneminin kalıtsal bir formudur. Hastaların solid kanserler ve lösemiler geliştirmeye artmış eğilimleri vardır. FA ile ilişkili kemik iliği yetmezliği yüzünden yapılan allojenik hematopoietik kök hücre transplantasyonundan sonra akut miyeloid lösemi (AML) tanısı konulan 40 yaşındaki bir kadını anlatıyoruz. Özellikle AML ile ilişkili anormal kromozomları varsa, FA hastaları lösemi gelişimi açısından yakın takip altında olmalıdır.
Fanconi Anemia (FA) is an inherited form of aplastic anemia. Patients have an increased tendency to develop solid cancers and leukemias. We describe a 40-year-old woman who was diagnosed with acute myelogenous leukemia (AML) after allogeneic hematopoietic stem cell transplantation due to FA related bone marrow failure. FA patients should be under close follow-up in terms of leukemia development, especially if they have AML-related abnormal chromosomes.

15.Is re-biopsy necessary for benign breast cytology? – a case report of an occult rare malignancy: marginal zone lymphoma of the breast
Funda Ulu Öztürk, Şehnaz Tezcan, Nihal Uslu
doi: 10.5505/aot.2017.84856  Pages 269 - 272
Primer meme lenfoması spesifik görüntüleme özellikleri olmayan nadir bir antitedir. Tek taraflı veya bilateral meme tutulumu izlenebildiği gibi bölgesel lenf nodu tutulumu ile de prezente olabilir. Radyolojik algoritma meme kitlelerinin tanısı için olduğu kadar takipler için de önem taşımaktadır. Olgumuz 77 yaşında kadın hasta olup sol memesinde ele gelen şişlik ile başvurmuştur ve biyopsisi benign sitoloji olarak sonuçlanmıştır. Kontrol takibinde kitlenin büyümesi üzerine tekrar biyopsi yapılmış ve sonuç marjinal zon lenfoma olarak rapor edilmiştir. Evreleme çalışmasının evre IE lokal hastalık olarak belirlenmesi üzerine hastaya tedavi için sadece radyoterapi verilmiştir. Hasta 13 aydır takip edilmekte olup komplet remisyondadır. Tek başına ince iğne aspirasyon biyopsisi, lenfoid hücreleri reaktif lenfositlerden ayırt etmede güçlüğe sebep olduğu için primer meme lenfoması için yetersiz bir yöntemdir. Bu sebeple bu vakada olduğu gibi şüpheli meme kitlelerinde kor biyopsi, eksizyonel biyopsi ya da yakın takiplerle hastaların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Primary breast lymphoma is a rare entity which does not have specific imaging features. It can involve one or both breasts as well as regional lymph nodes. Radiological algorithm is essential for breast lumps as well as follow-ups. We report here a case of a 77 year-old woman with a mass in her left breast, which was lead to biopsy priorly and resulted in benign cytological findings. Re-biopsy due to the enlargement of the mass in follow-up revealed marginal zone lymphoma. After a staging work-up she was found to have a local disease in stage IE. She was treated only with radiotherapy and is now in complete remission after 13 months. Fine needle aspiration alone is inadequate for primary breast lymphoma, regarding the difficulty of its defect of distinguishing lymphoid cells from reactive lymphocytes. Either adequate tissue biopsy, by a core needle or excisional biopsy, or close follow-ups are needed for suspicious breast masses, presented as in this case.

16.Pulmonary cancer case with unique radiological findings
Mustafa Kuzucuoğlu
doi: 10.5505/aot.2017.98698  Pages 273 - 275
Akciğer kanserlerinin tanısında radyolojik görüntüleme yöntemleri önemli yer tutmaktadır. İleri tetkiklerin planlanmasında bilgisayarlı tomografiler yol gösterici olmaktadır. Bu yazıda nefes darlığı ve öksürük yakınmaları olan 66 yaşında akciğer kanseri tanısı konan kadın olgunun atipik radyolojik bulguları sunuldu ve literatür eşliğinde akciğer kanserinin radyolojik bulguları değerlendirildi.
Radiological findings have important role in diagnosis of lung cancers. Computerized tomography works as a guide for planning further examinations. In this article, unique radiological findings of 66 years old female patient with shortness of breath and cough are presented; also radiological findings of lung cancer are explained with the help of literature.

17.Angiomyofibroblastoma of the retrorectal region: a case report
Hülya Ayık Aydın, Alaattin Aydın, Muhittin Yaprak, Zeynep Bayramoğlu, Elif İnanç Gürer, Tayup Şimşek
doi: 10.5505/aot.2017.65365  Pages 276 - 279
Anjiomyofibroblastoma nadir benign subkutanöz mezenkimal lezyondur. Sıklıkla reproduktif yaş ve erken menopozdaki kadınlarda vulvovajinal bölgede tanımlanır, diğer kadın ürogenital traktus alanlarında da tanımlanmıştır; erkek inguinoskrotal bölgede de tanımlanmaktadır.Bartolin gland kisti ya da lipoma ile klinik olarak karışabiliir. 44 yaşında bayan hasta Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Jinekolojik Onkoloji bölümüne Aralık 2016 tarihinde başvurdu. 8 aydır devam eden pelvik ağrı şikayeti mevcuttu. Palpabl, sol lateral vajinal duvara protrude solid hassas olmayan lezyon gözlendi. Bimanuel muayenede retrorektal bölgede vajina ile ilişkili 8x7 cm mobil kitle gözlendi. Hasta Ocak 2017 tarihinde genel cerrahi bölümü ile birlikte opere edildi. Ameliyat sonrası dönemde problem yaşamayan hasta kontrol ve takip önerilerek hastaneden taburcu edildi. Spesimenin patolojik incelemesinde opak beyaz 7x 6 cm solid kitle gözlendi, kitlenin mikroskopik incelemesinde iyi sınırlı spindle ve epiteloid hücre içeren lezyon gözlendi. Histolojik bulgulara dayanılarak anjiomyofibroblastom tanısı konuldu. Yakın postoperatif takip planlanan hastanın ameliyat sonrası 7. ay kontrolünde anormal bulguya rastlanılmadı.
Özet olarak, retrorektal bölge anjiomyofibroblastomu oldukça nadir ve tanısı zor bir tümördür. AMFB'nin benign davranışı, nadir lokal rekürrensi nedeniyle diğer neoplazileri dışlamak ve histolojik özelliklere dayanarak doğru tanıyı koymak önemlidir.
Angiomyofibroblastoma (AMFB) is a rare benign subcutaneous mesenchymal lesion. AMFB is mostly described in the vulvovaginal region with occasional cases reported in other female urogenital tract sites in women of reproductive age and early menopause, and in the male inguinoscrotal region. AMFB can clinically be misdiagnosed for Bartholin’s gland cyst or lipoma. A. 44-year-old female patient admitted firstly in December 2016 to gynecologic oncology department of Akdeniz University Medical Faculty. She had complaints of pelvic pain for the previous 8 months. A palpable, nontender solid mass lesion protruding to the left lateral wall of the vagina was observed. Bimanual examination detected a mobile mass measuring 8 x 7 cm in the retrorectal region, communicating with vagina. The patient was operated in January 2017 in collaboration with department of general surgery. Her postoperative period was uneventful, and she was discharged and future control visit was arrange. Surgical specimen appeared as an opalescent-white solid mass measuring 7 x 6 cm.Its microscopic examination revealed a well-circumscribed lesion containing spindle, and epitheloid cells. Based on histological findings, the diagnosis of angiomyofibroblastoma was made. Close postoperative follow-up was decided for the patient. Postoperative 7. month gynecologic controls of the patient did not reveal any pathologic finding. In summary, AMFB of the retrorectal region is extremely rare and is diagnostically challenging. Because of the benign behavior of AMFB with rare local recurrence, excluding other neoplasms and making the accurate diagnosis based on histological features is important.

18.Hand foot syndrome associated with docetaxel treatment in metastatic prostate cancer: A case report
Erdem Şen, İrem Öner, Özlem Ata
doi: 10.5505/aot.2017.58671  Pages 280 - 282
Prostat kanseri erkeklerde en yaygın görülen tümörlerden biridir. Dosetaksel ve prednison tedavisi prostat kanserli hastalarda standart kemoterapi tedavisi olarak kabul edilmektedir. Dosetaksel tübülin depolimerizasyonunu engelleyerek, mikrotübüllerin stabilizasyonu yoluyla antitümöral etki gösteren taksan grubu kemoterapötik ilaçtır. Dosetaksel tedavisinin sistemik yan etkilerinin yanında kutanöz yan etkilere yol açtığı da bildirilmiştir. Dosetaksel kullanımı ile en sık görülen kutanöz yan etkiler alopesi, el ayak sendromu, fiks plak eritrodizestezisi, tırnak değişiklikleridir. El ayak sendromu el ve ayaklarda bilateral, simetrik yerleşim gösteren eritemden, deskuamasyon gösteren ödemli plaklara kadar değişen klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. El ayak sendromu kemoterapi tedavisinin ilerleyen hafta veya aylarında ortaya çıktığı bildirilmiştir. Biz metastatik prostat kanserli hastalarda sık kullanılan dosetaksel kemoterapi tedavisi ile ilişkili el ayak sendromu gelişen olgumuzu sunduk.
Prostate cancer is one of the most common tumors in men. Docetaxel and prednisone treatment are accepted as standard chemotherapy in prostate cancer patients. Docetaxel is a chemotherapeutic drug of the taxane group that inhibits the depolymerization of tubulin and has an antitumoral effect through the stabilization of microtubules. It has also been reported that docetaxel therapy lead to cutaneous side effects besides systemic side effects. The most common cutaneous side effects of docetaxel are alopecia, hand foot syndrome, fixed plaque erythrodysesthesia, nail changes. Hand foot syndrome can be confronted with clinical tables ranging from bilateral, symmetrical erythema to desquamated plaques on hands and feet. It has been reported that hand foot syndrome occurred in the following weeks or months of chemotherapy treatment. We would like to present our case of hand foot syndrome associated with docetaxel chemotherapy treatment which is commonly used in patients with metastatic prostate cancer.

LookUs & Online Makale